22 Eylül 2012 Cumartesi

Balyoz Davası Üzerine Düşününce...

Batı cephesinde değişen bir şey yok.

İkibinlere, hatta belki yarım yamalak da olsa doksanlara kadar -iktidar olmasa bile- Chp -ya da Kemalist- bir otorite vardı Türkiye'de. Bu otoritenin tek derdi, 'irtica' idi. Sosyalizm ya da Komünizm üzerine çok büyük gevezelikler yapılsa bile, bunlar -onların deyimiyle- tehlike değildi, bana kalırsa romantiklerdi. Asıl mevzu hep irtica ile mücadele idi.

Kısaca dindarların anasını siktiler senelerce -çok seksist ve ataerkilim-. Sindirdiler, mahkum ettiler, yok saydılar, zulmettiler. 

Anasına yapılanları unutmayanlar da haliyle, fırsatını da bulunca ananın yanına bacıyı da koyup işe koyuldular.

Bu yazdıklarımın hepsi bilenen, olağan, sıradan şeylerdi.

Demek istediğim şu, zulmeden de zulme uğrayan da hep idealleri, inançları uğruna, yani her şeyin aslında daha iyi olabileceğine düşünerek yaptı, yaptıklarını.

Sanırım doğru düşünüyorum; aslında hiçbir şeyin daha iyi olamayacağını düşünmeye başladığınız zaman, zulmün gereksizliği ve saçmalığı karşısında kalakalıyorsunuz. 

Bugün 15-20 yıl hapis yiyen onlarca insan, Türkiye'yi daha iyi bir haline getirmek için yaşıyorlardı, onlara o cezaları yedirenler de öyle.







2 Haziran 2012 Cumartesi

Yemin ediyorum her gün daha fazla korkuyorum. Korkuyorum amınakoyim.

Bilimde şöyle bir durum vardır; 50 yılını işine verip geliştirdiğin teoriyi, 20 yaşında bir öğrenci yeni bir teoriyle sikip atabilir. Ve başta sen olmak üzere, kimse ne diyon lan bebe? diyemez, demez. Çünkü ortada bir doğru, bir gerçek, bir kabul varsa, vardır. Kimin söylediğinin, nasıl söylediğinin bir önemi yoktur. Bilim bu sayede, ilerler, gelişir. Her zaman akla uygundur, çünkü aklın yoludur.

Geçmişte insanın yaptığı ilginç hadiseler, yazarak ya da sayarak bitemeyecek kadar fazladır. Mesela, Hitler ve Yahudi Soykırımı hadisesine dönüp baktığınız zaman, sadece saçma dersiniz; işten eve, evden işe giden; evli barklı bir adam sırf Yahudi diye ölmeyi hak eder mi? diye düşünürsün. Doğru açıklama getirirsiniz şimdi, oysa o dönemi bizzat yaşayanlar, böyle demiyorlardı. Böyle düşünseler de demiyorlardı, çünkü ortada güçlü bir lider vardı ve onun karşısında duramazdınız, ancak kabul ederdiniz, hatta biraz akıllıysanız onu desteklerdiniz, birazdan fazla akıllıysanız ülkeyi terk ederdiniz, birazdan fazladan da fazla, çok akıllıysanız bunun bedelini öder ve ölürdünüz.

Tayyip Erdoğan, güçlü bir lider. Konuşuyor, söylüyor, bir şeyler yapıyor; çok yanlış şeyler yapıyor - söylüyor... Ve etrafta ölmeyi göze alacak akıllı insanlar yok, etrafta sadece onun söylediklerini destekleyen kan emiciler var. Medya yazıyor, ekonominin güçlendiğini yazıyor, Türkiye'nin artık çok güçlü olduğunu, Ortadoğu'nun en güçlü devleti konumuna geldiğinden bahsediyor; Hitler de öyleydi, çok güçlüydü; Çin hala öyle, çok güçlü...

Ortada sadece kan emiciler var, en zekilerimiz en fazla ülkeyi terk etmeyi düşünüyor, bedel ödemek isteyenimiz yok.

Korkuyorum. Yemin ederim korkuyorum amınakoyim.

Peki ilk paragrafı neden yazdım?

Bilmem, belki de bari bir kaç şeyi Allah'ınıza sormayı bırakıp, aklınızla sonuca varın diyedir... Esasen keşke soracak bir Allah'ınız olsa, Allah adına konuşanlara Allah'tan daha çok kulluk ettiğinizi umarım Allah'ınız görüyordur.

1 Haziran 2012 Cuma

Babası belli olmayan, orospu çocukları ve paşa torunu, leydi çocukları için bir yazı


'Baban kimdi bilemezdin şerefsiz!'

İnsanlar bunu çok önemsiyor, ceddini, tarihini, ne yapıp ettiğini, çok önemsiyor ve en çok bununla övünüyor, geçmişi bu kadar parlak olmayan biri de ömür boyu bu gölge altında eziliyor, ezilmesi bekleniyor, ezilmesi isteniyor.

Açıkçası nefret ediyorum bu durumdan. Ne babasının, ne annesinin kim olacağına kişi kendi karar veremez, bu nedenle olası bir övünç sebebi ya da utanç hissiyatı varsa bunların ikisi de hak edilmiş olamaz. Hele gündeme bakılırsa artık tecavüzün meyvesi çocuklara da devletimiz bakıcak ise, o doğan çocuğun nasıl bir geçmişe sahip olup, kafasını ömür boyu kumdan kaldıramayacağını da bir düşünün...

Babam dünyanın en orospu çocuğu insanı olabilir, ben annemin vesilesiyle orospu çocuğu olabilirim.
Babam bir paşa torunu, tarihin andığı bir lider olabilir, annemse seçkin bir ailenin kızı... olabilir.

Bu ikisinin de benim hayatıma doğrudan ya da dolaylı etkileri olacak, ister istemez. Ama kendime baktığım zaman, kendimde ailemin gölgesi olsun istemem. Bir fert olarak, ben Asaf Vodvil'im demek isterim, ben Vodvil'lerin çocuğuyum demek istemem, benim babam kim sen biliyor musun? demek istemem, bizim ailemiz şöyledir böyledir demek istemem; ve bu şekilde yaşayan insanlardan hep tiksinirim, ezik bulurum. Çünkü kendisinde bir inşaya gidemeyip, sürekli arkasındakine güvenerek bu güçle yaşayan bir parazit ancak, başkasının kötü geçmişine burnunu sokmak isteyecektir, ancak bir ezik senin baban şöyle, senin ailen böyle diye küçülecektir.

Bu yazım babası belli olmayan, orospu çocuklarına ve paşa torunu, leydi çocuklarına aynı anda gelsin.

İkiniz de aynı oranda bir hiçsiniz, arkanızdaki güç ve arkanızdaki güçsüzlük sizin hayatınızı etkileyecek, elbette etkileyecek ama, her şey olup bittiğinde ortaya çıkacak sonuç sadece sizi tanımlayacak; ya bir birey olacaksınız ya da ....

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Kimin kürtajını, kime yaptırtmıyorsun kardeşim sen?


Ne kadar istiyor olsam da terk edilmiştim, babasız büyümesini istemiyordum, aldırdım.

Tecavüze uğradım, lan manyak mısın tabi ki aldırdım.

Eşimle ayrılmak istiyordum, hamile olduğumu öğrendim, çocuğu istemedim, aldırdım.

Sevişirken içime boşalınmasından hoşlanıyorum, ilaç kullanmama rağmen hamile kalmışım, aldırdım.

Gerizekalı çekilmeyi unuttu, hamile kaldım, aldırdım.

İstemiyorum bebek memek, aldırdım.

Sanane lan, aldırdım ya da aldırmadım...

İlahiyatçılar, devlet adamları, doktorların... zaten ağızlarını bile açmaya hakları yoktur da, söz söyleme hakkı olsa olsa çocuğun babasının olabilir desek dahi, o bebeği taşımak istemeyen bir anne, onu bile doğurmamak da özgürdür, yani babanın bile söz hakkı yoktur, olamaz bu konuda.

Olay bu kadar basit ve nettir. 


28 Mayıs 2012 Pazartesi

Türkiye, Çin ve Norveç desek ve ülkeleri metafor olarak ele alsak...

Norveç, nüfüsu 5 milyon kişi. Kişi başına düşen milli gelir ortalaması 50 bin dolardan fazla. Avrupa Birliği'ne senelerdir davet edilmesine karşın, ne gereği var deyip girmiyor. dünyaya meydan okumuyor, hiçbir savaşta baş aktör olduğu görülmemiş, dünyanın en büyük ekonomisi, en büyük askeri gücü, en büyük hiçbir şeyine sahip değil. En zengin ile en fakir güruh arasında dağlar kadar farklar yok. En fakir güruh bile devlet tarafından koruma altında; eğitim, sağlık sistemleri bütün insanını içine alıp, ortada bırakmayan cinsten. Özgürlükler konusunda uçlarda, etnik kimlik, din, iman umurlarında değil, gerçek anlamda insan insandır mantalitesine sahip nadir ülkelerden. falan filan...

Çin, nüfusu 1 milyar 300 milyon kişi. Kişi başına düşen milli gelir ortalaması 7 bin dolar civarı. Dünyanın en büyük askeri gücüne sahip, dünyanın en büyük ekonomilerinden biri, dünyanın en büyük iş gücüne sahip, şakayla karışık silahı da geçtim bütün halkı sadece tekme tokatla girişerek bile dünya savaşlarını kazanabilir.  Çalışma koşullarının zorluğu ve fakirlik nedeniyle intihar eden insan sayısının haddi hesabı yok. Fakirlik oranı dağları tepeleri aşan cinsten. Özgürlük denen bir şey yok, yasaklar konusunda bütün dünyanın uyardığı ama önüne geçemediği sınırlarda. falan filan...

Türkiye, nüfusu 75 milyon kişi. Kişi başına düşen milli gelir ortalaması 10 bin dolar civarı. Son Başbakanının açıklamalarına ve yaptıklarına bakılırsa Çin olmak için can atıyor. Çünkü tek derdi var, güçlü bir ülke olmak, güçlü bir ekonomiye sahip olmak ve bu imajı bütün dünyaya göstermek; o güçlü ülkenin içinde yaşayan insanlar umurunda bile değil, hatta sikinde bile değil.

Bütün hayvanlar Çin olabilir, Çin hayvanlıktan başka bir şey değildir; üremek, çoğalmak, gücünü kullanmak, savaşmak, ölmek; bunu hayvanlar yapar.
Hayvanlar Norveç olamaz, insanlar bile kolay kolay Norveç olamaz; üremek, ama ne için?, çoğalmak tamam da neden?, gücünü kullanmak niye ki?, savaşmak kiminle? diye sorar insan, sormak zorundadır, düşünebilen tek varlıksa, düşünmelidir işte. Bunu hayvanlar yapamaz, insanlar yapar, ama hepsi değil.

Biz elbette bu şartlar altında çok güzel Çin oluruz. Başka da bir bok olamayız.

20 Mayıs 2012 Pazar

Yardım aranıyor, boru değil profesördür haa!!

Bu ne kadar bilmeden ya da bilerek yapılıyor emin değilim tabi ama, ben acayip şaşırıyorum bu duruma.

Twitter'da haftada 4-5 kere kan aranıyorlu yardım tweetleri paylaşılır. İstenen yardımın bulunması ya da bir boka yaramaması konumuz dahilinde değil.

Konumuz şu; o tweetlerde nedense titrler de yazıya ekleniyor. Yani şöyle,

Babam Profesör doktor Ahmet Tunalıgiller şu an Cartcurt Hastanesi'nde karaciğer ameliyatına hazırlanmaktadır. B pozitif kanı olanların şu numaraya ulaşmaları...

Tiyatro sanatçısı Nebahat Günebakan bilmem ne hastanesinde bla bla...

Bu ve buna benzer ismin önüne gelen titrler hiç eksik olmuyor bu yardım tweetlerinde. Ben anlamıyorum, yani tiyatro sanatçısı ya da profesör olması bizi daha mı şevke getirmeli ooo buna tam kalbimden vericem boru değil tiyatro sanatçısıymış iyi yerden verelim.

Bu kim? Öyle sıradan biri mi, o zaman topuktan verelim buna, fazla şeyyapmamak lazım, ya da vermiyorum amınakoyim bunu yaşatıp napıcaz...

Belki de bilemeyerek oluyordur bu titrler, bir kasıt yoktur ama bana acayip komik geliyor.

3. sayfada bir trafik kazası haberi okursun mesela, ölen kızın resmi vardır, çok güzeldir mesela kız, 'Vah vah çok da güzel kızmış...' diye içinden geçirirsin, çirkin olsa o haberin üzerinde bu kadar durur muydun mesela...

mesela mesela mesela.



Mark Zuckerberg'in bir top model ile evlenmemesi en çok kadınları çıldırttı!

Mark Zuckerberg, çok güzel, gösterişli, ünlü olmayan bir kimseyle evlendi. -çirkin diyemiyorum, çünkü gayet normal, hoş bir kadın yahu-

Kadına edilen hakaretler çok da konuşulası değil, bazı yakıştırmalar komik bile olabilir hatta, kimse Megan Fox olarak doğmadığına göre, bu konuda çok konuşulcak bişe olduğunu sanmıyorum.

Konuşacağım nokta şu, Dünyanın en zengin adamının evlendiği kadına bak... gibisinden cümleler aslında epey sıklıkta olan ve herkesin hemfikirdi olduğu. Alt metin şu, 'Paran varsa, bütün kadınlar senindir.' Ve ben bunun suçunun tamamen erkeklere yüklenemeyeceğini düşünüyorum.

Feminist, solcu kadınlar kadın mal değildir, biz mal değiliz, kadınız anayız mal olmaya karşıyız diye ağlıyorlar, sesleri kısılıncaya kadar bağırıyorlar belki ama, başlık parasıyla babası kızını satmıyor belki şimdi ama, kadınlar en çok parası olan erkeğin kollarına bırakabiliyor kendilerini. Bu tarih boyunca da böyleydi, böyle de gidiyor.

Bu şekilde algılar nasıl değişir, insani karakterler nasıl değişir bilmiyorum ama, mevzu gayet basit ve bunun sebebi de başta kadınlardır, 'Paran varsa, bütün kadınlar senindir.'

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Yılmaz Özdil'in 19 Mayıs yazısının devamı...

Yılmaz Özdil bugünkü yazısında Atatürk'ün Samsun'a çıkmasının bilinmeyenlerini anlatmış ama yarım kalmış. Edebiyat okuyucusu yani pardon gazete okuyucusu yarım kalmış efsaneleri yani gerçekleri sevmez. O nedenle Yılmaz Özdil'in yazısını tamamlamak istiyorum, elbette bunun için tarih bilgisinden çok, vatan millet sakarya ve demogoji edebiyatı bilmek yeterli, elimden geleni yapıcam...

"
...

Sonunda her şeyin başlayacağı Samsun, ucundan da olsa kendini gösterdi.
Miço Nejdet, her zaman olduğu gibi 'Kara göründüü!' diye bağıracakken, son anda vazgeçti, sessiz olmaları gerekiyordu, o da Ata'ya ilk haber verenin kendisi olması için, nefesini tutup koşmaya başladı.

'Ata'm... Ata'm... Kara göründü, Samsun'a vardık...' nefes nefese geldiğini belli etmemeye çalışıyordu.

'Sağ ol çocuk...' dedi Mustafa Kemal ve etrafındaki bütün herkesi şöyle bir dönüp, herkesin duyacağı gür bir sesle, 'Efendiler, bir milletin kaderinin bu küçücük vapurun içinde yazılıyor olduğunu unutmayın,  karaya ayak bastığımız andan itibaren boşa harcayacak bir dakikamız, bir adımımız bile olmayacak. Belki bir çoğunuzla bir daha karşı karşıya gelebilme şansımız olmayacak, belki bir çoğumuz bu milletin kaderi için gözümüzü kırpmadan, bir saniye bile düşünmeden kurşun yiyeceğiz, vurulacağız, öleceğiz. Şunu bilmenizi isterim ki, şu andan itibaren hepinizin ismi Türkiye Cumhuriyeti tarihinde altın harflerle yazılacaktır, bu cumhuriyetin inşasında en büyük rolü üstlenenlerdensiniz. Bu nedenle karaya basmadan önce söyleyeceğim tek bir söz var, vatan size minettar, hakkım hepinize helaldir!'

Daha 17 yaşındaki Miço Nejdet gözyaşlarını tutamamıştı. Bundan tam 56 gün sonra 15 Temmuz'da, 18 yaşına girmesine 2 ay kala vurdular Nejdet'i... İş beklemezdi, İstanbul'a dönmek zorunda kalan Nejdet, İngiliz askerleri tarafından tartaklanan bir grup vatandaşına yardım etmek için aralarına girip, İngiliz askerleri tarafından tutuklandı ve bir daha haber alınamadı Miço Nejdet'ten.

Atatürk, Miço Nejdet'i hiçbir zaman unutmadı. Cenazesini bulamadı belki ama, İtalya'dan özel getirttiği heykeltıraşa yaptırıp, Samsun iskelesinin ortasına diktirdi Miço Nejdet'in anıtını.

Ve altında şöyle yazıyordu:

'Bu küçücük bedenin içinde, kocaman bir yürek vardı. Bu ülkenin ihtiyacı olan yürek...'

Hepinizin 19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı kutlu olsun.

Sahi ya, Miço Nejdet 19 Mayıs'ı kutlayamazdı bile, o daha bir çocuktu, onun bayramı geçen aydı.

Geçti...

"

17 Mayıs 2012 Perşembe

Düzgün bir iktidar, halkın isteklerini yerine getiren olmamalıdır. Halk faşisttir, ırkçıdır; bu nedenle halkın çocuğundan lider olmaz, olmamalı.

Başbakan, 'tek din' der, sonra bunu, 'öyle bir düşüncemiz olamaz, dil sürçmesi...' diyip düzeltir.
Başbakan, 'dindar nesil yetiştiricem.' der, sonra bunu, 'yani inanan, güvenen, bla bla...' diye genişletip düzeltir.
Başbakan, Kemal Kılıçdaroğlu'nun Aleviliğine laf çarpar, yanlış konuşur, sonra bunu 'Bizim mezheplerle bir sorunumuz olamaz, kimsenin inancına lafımız olamaz' der düzeltir.

Elbetteki gaflarını düzeltecek, konumuna sahip olduğu düzen gereğince. Ama benim için düzeltip - düzeltmemesinin bir gereği yok, Başbakanın karakteri bu, kendisi bir Sünni, bu gelenekten geliyor ve belki Alevileri Müslüman olarak bile görmüyor. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi öğretmenlerinin de derse girdiklerinde ilk kurduğu cümle gibi Müslüman olmayan herkesin, cehennemde cayır cayır yanacağını düşünüyor. Ateistleri hayvandan farksız görüyor. Bunları söylemek zorunda değil, bir insanın nasıl bir karaktere, fikriyata sahip olduğunu anlamak için, onun bunları beyan etmesi gerekmez, bu bellidir. 

Ve istediği kadar 'gaf, dil sürçmesi, vs.' diyerek kurduğu cümleleri düzeltsin, asla düzelttiği gibi düşünmeyecek, düşündürtmeyecek, düşünülmesini doğru bulmayacaktır. Bir iktidar, bir güç sahibi, bir lider, asla düşünmediği bir şeyi yapacak bir politika izlemez, böyle bir zorunluluk hissetmez. Yani Ateistleri, Alevileri, kendinden olmayan her şeyi yanlış bulan bir insan, güç sahibiyse ve bunun farkındaysa bunu değiştirmez, o yanlış bulduklarına -yanlış olmalarını gerekçe göstererek- bir yaşam alanı sunmaz. Sunması mümkün değildir.

Demem o ki, Başbakan -her başbakan gibi- doğruları söyleyecektir, ama kendi doğrularını uygulayacaktır. Ve Başbakanın doğruları benim midemi bulandırıyor.

13 Mayıs 2012 Pazar

Akla ziyan 'Ertuğrul Özkök Kafası'

'...Türkiye'nin eşcinsel sorunu, Kürt sorunundan daha büyüktür. Bakın daha önemlidir demiyorum. Elbette Kürt sorunu, sayısal büyüklüğü itibariyle daha büyüktür. Ama demokrasinin, en temelindeki sorun itibariyle eşcinsellerin sorunu daha önemlidir.'

HAHAHAHAHAH yok lan gülün diye şimdi uydurmadım bunu, Hürriyet Pazar'daki Ertuğrul Özkök röportajında, Ertu'nun bir beyanı bu. 'Daha büyüktür ama önemli değildir, şaka şaka büyük olan ötekidir. Öbürü de önemlidir, bakın önemlidir diyorum, büyüktür de demiş olabilirim, beni niye çağırdınız lan buraya, en büyük ve önemli benim!!!11' Ulan Ertu HAHAHAHA.

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Tarih, polisin, askerin, güvenliğin şiddeti bitirdiğini asla yazmaz. Sadece daha fazla körüklediğini yazar.


İki insan döğüşecekse, sen oraya on bin polis de koysan o döğüş engellenemez. En fazla etkisi azaltılır. Ama o döğüş olur.

Türkiye'nin, askeri güç olarak ne kadar devasa boyutlarda olduğu malum, anlatmaya gerek yok. Bununla birlikte son 10 yılda özel güvenlik ve polisliğin boyutunun da kat kat artmasına ufacık da olsa anlam veremiyorum.

Toplumdaki huzuru polis sağlamaz, sağlayamaz; en iyi ihtimalle husursuzluğun önüne geçer ve bu huzuru sağlamış yapmaz onu. Halkın tamamına yayılan şiddet, nefret, kin, düşmanlık hislerini yok etmeyi bir köşeye bırakıp, her kavgada ayıracak birileri olsun yeter şeklinde bir politika geliştirerek şiddeti azaltamazsınız.

Şöyle bir haber okudunuz mu?

Karşı karşıya gelen gruplar polisin de araya girmesiyle kol kola girip halaya tutuştu...

Okumadınız, okuduğunuz haber şuydu:

Karşı karşıya gelen gruplara, polisin araya girmesiyle büyük bir facia önlendi.

Bunu okudunuz; yani var olan şiddette en ufak bir azalma yok, sadece bunun dışavurumu en az hasarla nasıl atlatılır bunun peşinde devlet.

Böyle saçma, böyle aptalca bir politika olamaz. En dandik mağazanın giriş çıkışlarında ikişer üçer güvenlik, tuvaletinde bile özel kamera, sokaklarda üçerli beşerli gezen polisler, her köşe başında polis araçları, motorlu yunuslar.... bunların insana sağladığı güven şöyle; neyse biri saldırırsa polise doğru kaçarım??  Yani birinin saldırma ihtimali o kadar çok ki, kişi zaten bunun güvenini hiçbir zaman hissedemiyor bu ülkede, en iyi ihtimalle polise sığınma fikri var, artık ölmeden kaçabilirse. -ki polislerin buranın kralı benim atarlanması konusunu da hiç açmıyorum, o devlet öyle bir özgüven sağlıyor ki bu gerizekalılara... Gerizekalı diyorum ve arkasındayım, şu an Türkiye'deki bütün gerizekalılar, ailelerinden baskısıyla polis yapılıyor, çünkü puanı düşük ve çok kolay ve bununla birlikte iş bulma garanti, maaş da kötü değil. Amaan bizim oğlandan bir bok olacağı yok, bari polis olsun diye uğraşıyoruz diye kasıyor bütün aileler. İşte durum budur.-

'Yarınki gösteride 10bin polisimiz görev alacak.'

'Hımmm karşı tarafla mı kavga etsek, polisin jopunun mu tadına baksak? İkisi arasında kaldım.'

Biri de demiyor ki, ya kardeşim bu kavga zihniyeti, bu kin, nefret, düşmanlık zihniyeti nasıl oluştu, nasıl oluşturuldu, bunu nasıl çözebiliriz? Yok, oraya polisi yığak da, biz görevimizi yapmış olak; artık günah bizden gitmiş olsun.

Sokakları polisle doldurmakla değil, insanların zihinlerini doldurduğunuz kin, nefret, düşmanlık duygularını boşaltmakla yükümlüsünüz. Aksi takdirde gün gelir, kurşun geçirmez araçlar, onlarca arabalı kortej, sayısız yakın koruma bile sizi kurtaramaz; bu şiddet sizi de yok eder.



10 Mayıs 2012 Perşembe

Ertuğrul Özkük'ün ruhu ve az biraz yasaklar üzerine

Ertuğrul Özkök yine bir çılgınlık yapıp hatim indirmeye koyulmuş, çok çılgın bir adam bu Ertu ya. 3 yıl önce 'Kuran'ı artık anlıyorum.' diye yazdığından bahsetmiş, vallahi 1400 yıl önce yazılmış bir metnin mealini 'artık' anlayabilen bir adama, verip veriştirmenin ne kadar akil bir davranış olduğu konusuna gelmeden evvel, gözüm birden İzmirlilerin aslında çok fena dindar olduklarını, Fethullah Gülen'in bile İzmir'den çıktığını filan yazdığı yere takılıyor. Yazının devamındaki 'zamanın ruhu' hadisesini burada kullanmak mümkün, zamanın ruhu, muhafazakar bir güç vesilesiyle 'din iyidir, dine takıl, hayatını yaşa...' dediğinden bu ruha ayak uydurmak baki elbette, lakin zamanın ruhu gün gelir, -olur ya- sosyal demokrat bir iktidar gücüyle sarsıldığı vakit, 'caminin yolunu bilmem...' trendi de vuku bulacaklardır bittabi köşelerde.

Benim en çok şaşırdığım noktalardan biri, Kuran'ı övmek için cidden bu kadar acizleşmek mecburi mi? Sevgili Ertu, Kuran'ı övücü cümleleri şu erdemlerin adı geçmesi vesilesiyle oluyor, Kuran'da en büyük günahlardan biri haddi aşmak imiş; Kuran, hoşgörülü ve affedici olmakla ilgili bir çok öğüt vermekteymiş. Yahu, Kuran'ın ulaşmadığı topraklarda Kuran ulaşana kadar oralardaki insanlar hadsiz, hoşgörüsüz ve vur dedi mi öldüren kişiler miydi? Ömrünü adayacağın bir inancın en büyük argümanları, 'hoşgörülü ol diyoruz, hadsizlik yapma diyoruz, affet diyoruz e daha ne diyek kafirler...' sığlığında ise, -elbette öyle olduğundan değil, sevgili Ertu'nun anladıklarından yola çıkarak ulaşıyoruz buralara.- bizim evde 3 kişi kendi dinini kurmak için, TFF'ye başvurur bugünden kelli.

Bütün bu bayağılıklar yetmezmiş gibi, sevgili Ertu konuyu, 'zamanın ruhu'na getiriyor ve diyor ki, Kuran'da geçen çok eşlilik, kocanın eşini dövmesi, cariyecilik gibi konularda varolan ayetleri zamanın ruhuna göre değerlendirmeliyiz. Sevgili Ertu üç cümle önce yazdığın hoşgörü, affedicilik ve had bilme erdemlerini silmeni rica ediyorum, ya da emrediyorum. Bu nedir sevgili kardeşim; çok eşlilik ve cariyeciliği rahatlıkla hadsizlik olarak addebilirken, kocanın karısını dövebilme hakkı sadece hoşgörüsüzlük ve affedicilikten muzdariplik değil, şiddeti meşrulaştırmadır da. Zamanın ruhu da garip, ne yani putperestlerle boğuşmaktan yorulan Müslüman kardeşler, eve dönünce eşlerini dövüp rahatlarlardı ama şimdi putperestlikten söz edilmediği için kocanın eşlerini dövmesi vacip değildir mi diyeceğiz, bu mudur zamanın ruhu?

Neyse Ertu'nun her cümlesine bir kulp bulup, sabahlara kadar taşak geçmek vardı da, yazıyı o kadar beleşe indirmek de istemedim, ama söz konusu Türkiye'nin en çok satan gazetelerinden birinin, en çok okunan yazarı olunca, 3-5 cümle söylemek şart oluyor.

Ne diyim, zamanın ruhuna el fatiha...


Esasen bugün yasaklarla ilgili bir yazı yazacaktım, aklımda oluşmuştu; hiçbir şey yasaklanmamalı konulu bir yazı olacaktı.

Diyorum ki, yasak dediğin şeyi açıklamalısın; açıklamak yetmez, anlatmalısın; anlatmak yetmez, öğretmelisin...  İmam hatip liselerini yasaklayarak; dindar insanları caydıramazsın, yok edemezsin,  değiştiremezsin, Atatürk'ü kısıtlayarak; Atatürkçülerin sayısını azaltamazsın, ateistliği ölümle bile cezalandırsan; beynindeki inançsızlığı Allah'la doldurtamazsın. Yasaklar, halının altına süpürmektir ya da, halıyla örtmektir üzerini. Yasaklamak, cahil korkusundan başka bir şey değildir. Bilmediği şeyi, yasaklar. Aşağısında biri olan bütün üst makamlar -aile, devlet, vs...- insanın her şeyi öğrenip, kendi doğrusunu seçmesine izin vermez. Kendi doğrusunu belirleyip, diğer seçenekleri yok sayar. Bu her zaman elde patlar, bu bir gün gelir ve elde patlar; çünkü bir insanı kör etmek için, gözünü çıkarmanız gerekir, böyle yaparak sadece gözünü bağlamış olursunuz ve o bandı çıkarıp atanlar; er geç o bombanın elinizde patlamasına sebep olurlar.

Bunu uzatacağıma, bütün yazıyı sevgili Ertu'ya ayırdığım için hepinizden özür diliyorum.

1 Mayıs'ın getirisi, eğitim sisteminin götürüsü


Ben anlamıyorum kardeşim, ben bu halkı da, medyayı da, hatta koskoca medya yetmezmiş gibi, internet ahalisini de anlamıyorum.
Bütün Türkiye barıştan yana, birlikten beraberlikte yana, dostluktan kardeşlikten yana tamam eyvallah, ne güzel de; bunun olmama sebebini nasıl olur da sen o insandan bilebilirsin ve bununla birlikte sen bunun olmasının ya da olmamasının tek sebebinin ‘devlet’ olduğunu nasıl düşünemezsin kardeşim?
Dün 1 Mayıs, herkes halay çekiyor, herkes birlik beraberlik içinde, herkes kardeş, herkes halay başı, herkes çal bremin bu gün bizimdir kafasında. Ulan başka ülkeden mi geldiniz siz, bu mutluluğun sebebi ne, bu hal nedir, o günün önemi nedir yahu?
Kötü şartlar altında çalışmaktan ölen işçiler hangi ülkeden çıkıyor?
İşçi ölümlerinin artık normal karşılandığı Tuzla, hangi ülkededir?
Maden işçi kazaları hangi ülkenin haber bültenlerinde haber değeri taşımıyor artık?
Çocuk işçi çalıştırma oranıyla onlarca turnuvadan birincilikle dönen ülke hangisidir?
Günde 16 saate kadar çalışan insanlar hangi ülkede, asgari ücret bile alamayanların ülkesi neresi, sigorta yapmamak için plan üstü plan yapan patronlar nereliymiş, izin günü bile olmayan, mesai saati belli olmayan, kısaca, ‘sen beni işçi diye aldın, gece gündüz sikiyorsun patron.’ diye iç geçirenler hangi ülkenin vatandaşı kardeşim?
Neyin mutluluğu ya bu, neyin halayı, neyin birliği. Hak verilmez, alınır hiç mi duymadınız? Böyle günler halay çekmek için değil, gözdağı vermek için vardır, o kalabalık oraya toplanır ve der ki ‘Bu ülke bizim devlet büyükleri, sizi oraya koyan da biziz, indiren de biz olacağız. Bu göt siz onu sikin diye değil, siz onu rahat ettirin diye var, siz de o nedenle varsınız! Görüyorsunuz işte sokaklar da bizim, caddeler, meydanlar, bu ülke bizim kardeşim! Biz insanız, bize hayvan muamelesi yapanın karşısında da insanlıktan çıkarız!’ Ama asla halay çekmez, mutluluk pozları vermez. Hükümetin liderlerinin bakın ne güzel barışı getirdik bu ülkeye demesinin primini sağlatmaz.
Türk - Kürt - Çerkez - Yahudi - Sünni - Alevi - Hristiyan - Ermeni kardeş mardeş değildir, olmak zorunda da değildir. Böyle bir sloganla kimseyi kandıramazsınız, çünkü beyni 1. sınıftan itibaren yıkanmış anne babaların 1. sınıftan itibaren beyni yıkanmış çocuklarının olduğu bir ülke de böyle bir bilinç böyle sözde büyük sloganlarla değişmez.
Sen yıkıyorsun kardeşim bu insanların beynini eğitim sisteminle, Atatürk’ün hayatını anlatırken de yıkıyorsun hiç dostumuz yok, bütün dünya bize düşmandı, ama biz tek başımıza hepsinin anasını siktik diyerek de yıkıyorsun. Bir Türk, Dünya’ya bedel diyerek yapıyorsun, Ermeniler bize zamanında kalleşlik yaptı diyerek yapıyorsun, diğer dine inananlar cehennem gidecek diyerek yapıyorsun, ufacık çocukken yapıyorsun daha, ufacık çocuklara yapıyorsun. Bunu 80 yıldır yapıyorsun, bu eğitim sistemini 80 yıldır değiştirmiyorsun. 
Bu sistemle insan yetiştirmiyorsun, böyle insan olmaz. Olmamış işte. Olmayacak da.
Bunun suçlusu iktidardır kardeşim, senin Hakkari’deki köylüye bakıp ‘En iyi Kürt, ölü Kürt’tür!’ cümlesini kurabilmenin bile tek sebebi devlettir. 
Alevilerin geceleri birbirlerine atladığı yalanına bile inanabilecek kadar soysuz birisindir, ama diyorum ya senin suçun yok, yıkanmış beyinlerin makul sonuçlarıdır bunlar.
Bu beyin yıkamayı Akp başlatmadı kardeşim ama, en az başlatan kadar suçludur. Bunu değiştirecek güce sahip olup, bu gücü hiçbir şekilde kullanmıyorsa, en az başlatan kadar suçludur. Bütün hükümetler suçludur, bütün iktidarlar, bütün kurulmuş devletler suçludur. 80 yılı aşkındır değiştirmediğiniz, en kibar şekliyle gerizekalı yetiştiren bu eğitim sistemin vebali hepinizindir. Hepiniz suçlusunuz, değiştirmeyerek de devam ediyorsunuz bu suça. Bu katliama, bu nefrete…
Ama halkı suçlayamıyorum; kahretsin ki her şeyin sebebi, her şeyin sonuçlandığı, her şeyi yaşayan ve her şeyin yaşanma sebebi olan halkı suçlayamıyorum işte. 
Ama ben suçlayamıyorken, sokaktaki insanların birbirlerini suçlamasını ve haşa devlete karşı boyunlarını bükmelerini görünce tiskiniyorum.
Ama ben bu kadar üzülüyorken, en çok isyan edecek yerde halay çeken insanları görünce tiskiniyorum.
Ama ben napacağımı, hiç bilmeyince… Kendimden bile tiskiniyorum.

Özgürlük üzerine


Montaigne, denemeye devam ettiği sıralarda özgürlükle ilgili, ‘Özgürlüğüme öyle düşkünüm ki, bana Hidistan’ın küçük bir bölümünü bile yasak etseler dünyanın tadı kaçar…’  der. Ki bana göre, Montaigne bunu söylerken, bir kez bile Hindistan’a yolunun düşmeyeceğini de biliyordur. 
Buradan yola çıkarak, değil Hindistan; bir aşağı mahalle bile bize yasaktır esasen şu dünyada. Nasıl mı? Anlatayım…
Yerini, mevkisini, mahallesini, bölgesini geçtim; geceleri sokağa çıkmak bile yasaktır ülkemizin büyük bir bölümünde, tabiki böyle bir yazılı yasa yoktur ama, çıkabiliyorsan çık kardeşim. Saat bir ertesi günü işaret ettiği andan, ertesi günün güneşi kendini gösterene kadar sokaklar senin değildir, uyuşturucu bağımlılarınındır, evsizlerindir, balicilerindir, serseri, hırsız ve sokak çocuklarınındır, travesti, hayat kadınları ve onların pezevenklerinindir. Bunun varlığı elbette de dimdik duran bir tehdit değildir ama, yolunuzu birinin çevirme ihtimali her zaman vardır; cebinizdeki paradan, cep telefonunuz, kolunuzdaki saatten olma ihtimaliniz her zaman vardır; bir posta dayak yeme, bacağınızda kanın sıcaklığını hissetme, yüzündeki façayla baş başa kalma ihtimaliniz her daim vardır bu topraklarda. Ve bu ihtimaller sadece seni tehdit etmez, o sokakta bulunan herkes birbiri için bir tehdittir aslında. Bunun varlığını annemin korkuyla karışık nasihatleri değil, haber bültenleri de beyan eder. Bazen siz de şahit olursunuz, belki kurban bile olursunuz, belki şahit olduğunuz olay kendi kurbanlığınızdır, ama bu vardır; günün aydınlığı senin özgürlüğünü de alır götürür yanında ve sen ancak evinin, odanın kapısını kilitleyerek kendini özgür hissedebilirsin.
Peki gündüzleri çok mu özgürüzdür? Burası benim mahallem, burası benim şehrim, burası benim ülkem, bunlar benim insanlarım diyebilir mi bir insan rahatlıkla? Rahatlıklayı geçtim, diyebilir mi?
Bu yazıyı okuyan ya da okumayan herkesin eve giderken yolu uzatmak zorunda olduğu bir park yok mudur? İçinden geçemediği, geçerse kesin bir belayla baş başa kalacağını bildiği ve bu nedenle arkasından, önünden dolandığı yolu uzattığı bir park yok mudur?
Adım dahi atamadığı mahalleler yok mudur? Değil içine girmek, o mahallenin bir ferdiyle bile karşılaşabileceği sokaklardan bile korka korka yürüdüğü… yok mudur?
Sadece bu olsa yine iyi, kendisini korumak için varolan polisin tehditkarlığı ve rencide  edici sorgulamaları yüzünden polisle bile aynı yolda yürümek istemez bu ülkenin insanı. Çünkü o polis de, bu korku toplumunun bir ürünüdür, adaleti sağlamak için değil, bulunduğu yere korku salmak ve bu sayede sessizliği sağlamak için yaratılmıştır.
Montaigne, Hindistan’ı bile kendi vatanı, kendi toprağı sayıyor. Biz ise, sadece bakkala gidip geldiğimiz o 50 metrelik güzergahta içimiz rahat etse şükredeceğiz, farkında değiliz.
Sokaklardaki o kaybedilmiş insanların, insanlığının, yaşama hakkının savunuculuğunu, sorgulayıcılığını yapmak başka bir yazının konusu… Ama bunun haricinde bile, onların bizden daha özgür olduğu da muhakkak.
Ne diyelim, payımıza düşen buymuş.

Afyon Valiliğinin genelgesi ve çağa ayak uydurma


Afyon Valiliği’nin alkollü içeçekleri şehir genelinde yasaklaması olayıyla ilgili söylemek istediğim ve asıl mevzunun da bu olduğunu düşündüğüm bir konu var.
Şöyle ki, Valliliğin ya da valilerin yasa çıkarma gibi bir hakları yoktur bildiğim kadarıyla, o hak meclisindir. Ve bunu hiçbir hukuki eğitimi olmayan ben bile biliyorsam, yıllarını kamu yönetimi, hukuk vs. eğitimine vermiş insanlar benden daha iyi biliyordur. Yani demek istiyorum ki o vali böyle bir yasa çıkarma hakkı olmadığını gayet de biliyordu. Onun yapmak istediği, çağa ayak uydurmaktı sadece.
Dindar, muhafazakar cenah artık büyümeye devam etmiyor Türkiye’de. Çünkü en tepedeler, daha fazla büyüyemezler yani. Cumalarda cemaat sokaklara taşıyor, imam hatip liseleri, bölümleri dolup taşıyor, cami inşaatları durdurak bilmiyor, umre, hac yolculukları turizmde en büyük payları alıyor. Dindarlaşan bir toplumun ötesinde, dindar gözükmekte olan bir toplum da oluşmaya başlıyor artık. Bununla var olmak, en büyük silah oluyor bir nevi. Bu ilginç bir olay değil, bu ülke komünizmle yönetilseydi, artarak çoğalan Said Nursi aşıklarının yerlerini, Che aşıkları alırdı. Chp hükümeti gelseydi, camiler değil, anıtkabir olduğunun onlarca katı kadar dolar taşardı. Çağa ayak uydurmaktan kastım budur.
Afyon Valisi’nin yaptığı da bu doğrultuda ele alınır, yalnız bununla kalmaz. Vali’yi wikiledim, İrfan Balkanlıoğlu, İstanbul Hukuk mezunu, çok yıl kaymakamlık yaptıktan sonra, 5 yıldır vali. Yani adam hem hukuk eğitimi almış, hem de en azından bir 15 yıldır ülkeyi yönetiyor bir nevi. Yasayı da, hukuku da biliyordu ama neden böyle bir şey çıkardı o halde? İşte bu şudur; ben dindar ve cesur bir insanım demektir, başta Tayyip Erdoğan’a ve bütün yükselen dindar güce selam çakmaktır, ben sizin adamınızım demektir, bakın neler yapıyorum diye göstermektir. 
Geçen hafta İçişleri Bakanı adamın birini oynatmıştı ya hani, sonra o şehrin kaymakam’ı çıktı, ‘Valla bakanımız buraya kadar gelmiş, bana dese ben de oynardım, hatta takla bile atardım.’ böyle dedi. Afyon’daki içki yasağı ile bunun arasında hiçbir fark yoktur işte. Biri İçişleri Bakanı’na oynamıştır, diğeri daha büyük oynayıp bütün cenaha selam çakmıştır.
Çağa ayak uydurma modası, bütün halklarda, bütün dönemlerde olan bir olaydır. Ama bu rüzgarın, hortuma dönüşüp toplumun ağzının içine sıçmasını engelleyecek olanlar, rüzgara kendini bırakanlar değil, var gücüyle köklere köklere tutunanalardır.

Fen Edebiyat Fakültelerinde formasyonların kalkması ve öğretmen atamaları çıkmazı


Şöyle bir düşünce mi var, yoksa bu sürekli yüzümüze vurulduğu için mi sadece bunu biliyoruz emin değilim ama, Türkiye’de eğitim fakültesinden mezun olmuş her eğitmen, her insan anında atanması gerektiğini düşünüyor gibi bir düşünce. Ya da devletin mezun olan herkesi atama zorunluluğu olması da denebilir.
Neresinden baksan komik bir düşünce bu, bir kere senin ülkende özel sektör var, hatta hükümetin özel sektörün yolunu açan bir politika izliyor. Yani devletin ihtiyacından çok, özel sektörün ihtiyacı var aslında eğitmene.
Ha devlette çalışmak istiyorum dersen, böyle bir şansın ver elbette, KPSS bunun için var. -Zaten bir sınavın varlığının sebebi budur, ihtiyaçtan daha fazla talep olması nedeniyle aradaki haksızlığı ortadan kaldırmak için sınav oluşturulur, aksi halde 100 bin mezun var iken, 100 bin atama olacaksa sınav yapmak için bir sebep varolmazdı.- Ama bir ihtiyaç kotası var ve bin kişilik bir atama olacaksa ve o sınava on bin kişi giriyorsa geri kalanların atanamıyor oluşu devletin problemi olmamalı. Çünkü halihazırda başka sektörlerde de istihdam imkanı mevcut. O bin kişiden olamayıp devleti suçlamak da bildiğin çocukça, hatta şundan farksız: Üniversite sınavına girip, ODTÜ’yü kazanamayan bir elemanın, yürüyüş yaparken kameralara, devletimiz neden bizi ODTü’ye sokmuyor, biz o kadar zorluklarla liseyi bitirmiş diplomamızı elimize almışız ama devlet bizim ODTÜ’ye girmemizi sağlayamıyor. Demek gibi bişey.
Bu konuda itirazımız özel sektörün şartlarının çok ağır olması olabilir ki bunun düzenlemesini ve denetlemesini de devlet yapar, işte devleti de bu konuda sorgulayabiliriz. Çünkü hepimizin çevresinde dershanede eğitmenlik yapan arkadaşlarımız, akrabalarımız vardır ve durum cidden vahim. Çalışma saatlerinin ağırlığı, verilen paranın azlığı, sigortanın çoğu zaman yapılmayışı. Hele yeni mezun filansanız, ilk 1 sene parasız çalışmanızı talep etmeleri filan tamamen korkunç şeyler. Bunun önüne de ancak devlet geçebilir, yasaları düzenleyip, denetleyerek. Ama bunun dışında eğitim fakültesinden mezun olacak bütün öğrencilerin sayısı kadar devletin kontenjan açmasını beklemek gülünç duruma düşmekten başka bir şey değildir.
Deyip bugünkü konuya geçiyorum, fen - edebiyat fakültelerinin formasyon hakkının kalkması kararına. Kesinlikle çok doğru karar. Elbette fen edebiyat fakültesiyle alakalı olan insanların tamamı bu yasaya karşıdır ama bu karar kesinlikle doğru. Karar doğru çünkü eğitim fakültesi zaten eğitmen kotasını fazlasıyla dolduruyor ve varlığını eğitmen çıkarmaya adamış iken, başka fakültelere böyle kıyaklar verilmesi, torpildir, eğitim fakültesindeki enayi konumuna sokmaktır, var olan bugdan yararlanmaktır, sıraya kaynamaktır filan. Ama şöyle de bir durum var, yasanın şimdi karara varması yanlış. Yani yasa çıkar ama 4 yıl sonrası için yürürlüğe girer aksi halde halihazırda o bölümde devam eden bütün insanlara haksızlık edilmiş olur. Çünkü o bölümlerde okuyan insanlar devlet bana böyle bir hak da vermiş diyerek geldiler oraya, bu hakkı verdikten sonra alamazsın. 4 yıl sonra yürürlüğe koyarsın ki, bu seneden itibaren o fakülteyi seçecek olanlar böyle bir durumun varlığı bilerek tercih edecek ya da etmeyeceklerdir. Olması gereken budur.
Bunun haricinde birkaç fen edebiyat fakültesinde eğitmenlik yapan profesör, doçent açıklamaları okudum da, ben bu kadar komik açıklama görmedim. Hepsi bir ağız olmuş diyorlar ki formasyon kalkarsa kimse bu bölümleri tercih etmez filan. Yani diyor ki bu fakülte varlığını buna borçlu. Bak kardeşim, en basitini anlatayım, madem o bölüme gelen herkes eğitmen olmak için oraya gidiyor, o halde eğitim fakültesinin varlığının sebebi nedir? Bunun haricinde fen edebiyat fakültesine 100 puan diceksek, eğitim fakültesine minimum 150 puanla giriliyorken, o 150 puan ve üstünü çekenlerin alayını enayi konumuna sokmak senin profesörlüğüne yakışıyor mu? Senin demen gereken şudur kardeşim, ‘karar doğrudur ama şöyle bir itirazımız olabilir, fen edebiyat fakültelerinin elinden bugüne kadar verdiğiniz hakkı -ki bu hak büyük bir istihdam alanı sağlıyordu bize- alıyorsunuz. O halde bu kadar öğrenciyi nerede istihdam edeceğiz, bize bununla ilgili bilgilendirin’ diyebilirdin. Bunun dışında eğitim fakültesinde okuyanların oluşturduğu sıranın arasına kendi öğrencilerini sokmaya çalışmak, uyanıklık, torpil vb. gibi kötü kelimelerle açıklanabilir ancak.
Eyyolamam bu kadar.

Türkiye'de spora bakış üzerine



Takım sahiplenmedeki radikalliğin; din, inanç boyutlarında gezindiği ülkemde, ben bütün insanları tipik terörist olarak görüyorum.
 Münferit örnekler filan da değil ki, böyleleri her konuda vardır deyip geçelim. Hipnoz olmuş gibiler yahu, bir gün, bir derbi öncesinde cihat çağrısı yapacak ya da galibiyet sonrası peygamberliğini ilan edecek derecede bir hipnozun içinde insanlar.
 Bir tarafta milyon dolar alan futbolcular, teknik heyet, televizyon gelirinde köşeyi dönen medya patronları, reklam vermek için birbiriyle yarışan holding sahipleri, diğer tarafta bütün bu milyon dolarların dönebilmesini sağlayan taraftarlar, müritler, holiganlar, artık ismini nasıl koyarsanız. Ama ismini spor severler koyamazsınız.
 Formalara yapılan kutsal atıflar, armayı ikonlaştırmak, oyuncuları efsaneleştirmek hatta peygamberleştirmek… bunların kabul görüyor olmasının iyi bir sonucu olamazken, milyonlarca kötü sebebi olur. En basiti kutsal gördüğü ve yere göğe sığdıramadığı takımını, yenen takımı yok etmek ister bu bilinç. Öyle şaka maka değil, bizzat yok etmek ister. Bu spor değil, futbol değil, bu Hitlercilik oynamaktan bile daha büyük bir faşizmdir.
 Formayı yere bıraktı diye küfür yiyen futbolcuların, can güvenliğini kimse koruyamaz kardeşim.
 Kendi takımının formasıyla sokakta yürüyen insanı döven birilerine, “onlar da gezmeseymiş canım ama…” şeklinde yorum yapan zihniyetin çoğunluk olduğu bir toplumda, hiç kimsenin can güvenliği yoktur kardeşim.
 Kendi tarafı suçlu olsa bile, karşı tarafı sırf karşı tarafta olduğu için daimi günahkar bulan zihniyetin ebedi olduğu bir toplumda, maç saatleri sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi kadar ciddidir kardeşim.
 Hepsini geçtim, en basiti, benim annem maç saatlerinde, “aman oğlum, o gün dışarı çıkmasan olmaz mı, ateş filan ederler, sırf onlardan değilsin diye döverler, çıkma oğlum…” diye içinin titrediği yorumlar yapıyorsa korkudan -ki bu korkunun sebebi, böyle olayların gerçekten yaşanıyor olması-, o toplum için söylenecek pozitif bir kelime bile kullanamazsınız kardeşim.
 İşin kötü taraf bu kültür yeni oluşmadı, hep vardı. Kültürümüzü sikeyim e mi!

Söz ve söyleyen üzerine


Fazıl Say müzisyendir, siyaseten söyledikleri manasız olabilir.
Einstein fizikçidir, siyaseten söyledikleri manasız olabilir.
Bedri Baykam ressamdır, siyaseten söyledikleri manasız olabilir.
İdris Naim Şahin politikacıdır, siyaseten söyledikleri manasız olabilir.
Recep Tayyip Erdoğan başbakandır, siyaseten söyledikleri manasız olabilir.
Yani ne demeye çalışıyorum?
Söylenen önemlidir, söyleyen değil.
Saçma bir sözü Einstein’ın söylemesi, o sözü doğru yapmaz.
Ya da aptal bir heriften çıkan, manalı bir söz, değerinden bir şey kaybetmiş olmaz.
Geçerliliğini kaybetmiş bir Atatürk söylemi, geçerliliğini kaybetmiş bir cümleden ibarettir.
Manasız bir söze, saçma sapan bir söz olduğunu söyledikten sonra, o sözün aslında bilmemkimin sözü olduğunu öğrenip sıkı sıkıya sarılmak aptalların işidir.
Esasen ben bunu saygı kavramıyla da açıklarım. Saygı dediğimiz şey de, inanmadığımız şeylere, inanıyormuş gibi yapma zorunluluğu değil midir?

Twitter üzerine


‘Twitter* hesabın varsa, neden bir kitabın da olmasın?’ diye bir kampanya var herhalde. Gaste kuponu misali 10 bin takipçiyi toplayan ‘artık kitap yazmaya başlasam iyi olur…’ kafasına giriyor anında.
Mevzu vahim, 20 RT alan insan bizzat “Ben 20 RTlik adamım akıllı ol!” diyip, altını tokatlarken, üstündekilere de el pençe divan duruyor. 
Para niceliktir, takipçi sayısı, retweet sayısı vs. gibi. Ve basımevleri, reklam şirketleri ticari kurumlardır, kayda değer veri her zaman niceliktir bu nedenle.
Twitter’da takipçi sayısını 140 karaktere bir şeyler sığdırarak çoğaltırsın temelde, yani kendi ürününü pazarlamaya çalışırsın, ne olduğu önemli değil 140 karakterden fazla olmadığı sürece her ürün bu pazarda tezgaha koyulabilir. Temel mantık bu gibidir.
Ve takipçi sayısı çok olan bir profile doğal olarak ürününü pazarlayabilen biri olarak görmek makuldür. Yani bir reklam şirketinin yada basımevinin bu profille ilgilenmesi de anormal bir durum olarak algılanmaz.
Zurnanın zart dediği yer de burada işte.
Nicelik senin malı götürmeni sağlar ama, nitelik nasıl götürdüğünü açıklar.
Senin niteliğin, seni gösterir. Ve ben Twitter profilinin niceliği sayesinde malı götürmüş -ya da götürdüğü sanılan- insanların bu kadar niteliksiz olması karşısında -çok değil- üzülüyorum.
Mevzuyu getirmeye çalıştığım nokta “çok salak tiplerr yeaaaaaa…” filan değil, üj beji dışında gayet zeki insanlar, kafası çalışan tipler.
Benim üzüldüğüm nokta şu, bu insanların tamamı -ya da çok büyük bir bölümü- var olan medyaya, var olan sanata, var olan düzene, var olan yani içinde bulunmadıkları her şeyi iyi-KÖTÜ eleştirerek arttırdılar o niceliklerini ve ulaştıkları yer, aldıkları sonuç ve hevesle ağızları sulana sulana bekledikleri ödül, o küfür ettikleri, aşağıladıkları, nefretle andıkları medyanın, sanatın, düzenin içinde olmak. Tek dertleri, en büyük amaçları bu, aşağıladıkları insanların yerinde olmak istiyorlarmış meğerse, üstelik onlar gibi davranarak. Onları yerinden ederek değil de, onların yanında yer alarak. Onlara kendi düşündüklerini söyleyerek değil de, onların düşüncelerini benimseyerek. Bir şeyleri değiştirmek gibi zor bir yol seçmek yerine, bir şeyin yanında yer alıp kolayı seçerek…
İşte ben buna üzülüyorum. Ama çok değil. 
* Twitter’ı bir kalıp olarak kullandım. Esasen özgür platform dediğimiz, internetin bütün yolları, ürünleri için geçerli.

Devlet ve halkı


Bir tarafta Amerika, Rusya gibi süper güçler var, ekonomik, nüfus, toprak, siyasi iktidar açısından Dünya’da söz sahibi olan.
Bir tarafta da Norveç, İsveç gibi o tarakların hiçbirinde bezi olmayan ülkeler var.
Süper güç olmaya çalışan ülkeler, savaşmak zorundadır, çoğalmak zorundadır, büyümek zorundadır, silah ve ordusunu çoğaltmak zorundadır. Ve bütün bunları kendi insanıyla yapmak zorunda olduğu için, insanlarını ülkeleriyle motive eder. Milliyetçilik ve dinle, Dünya’da söz sahibi olmakla, kısaca mahalle kabadayılığı yaparak kendi insanı da bu güce ortak gösterir, bu gücün sebebi ve sahibi gibi gösterir ve bu şekilde insanını kullanmaya devam eder.
Norveç’i yeni bir savaşa hazırlanırken göremezsiniz, İsveç’te güçlü ordu, güçlü İsveç diye bir slogan duyamazsınız. Bu nedenle kendi insanını cayır cayır bir milliyetçilikle doldurmazlar, cihat ya da haç onları yönlendirmez, mahalle kabadayılarını en iyi ihtimalle zorunlu rehabilitasyon merkezlerinde tedaviye yollarlar. Çünkü sağlıklı bir şey olmadığı muhakkaktır bunların, temelde insanlığın içinde bunlardan söz edilemez. Bir ülke, içindeki insanlar için vardır çünkü; insanlar o ülke için değil. 
Biz yüzyıllardır ülkesiyle, atasıyla, geçmişiyle gururlanan, gururlanmak isteyen, gururlanmaya zorlanan bir ırkız -bir çokları gibi-. Kimse yaşamayı yüceltmez bu topraklarda, herkes ölmeyi yüceltir; şehitlik der yüceltir, toprak için der yüceltir, din der yüceltir. Oysa sadece yaşamak yücedir.
Dünya’da bütün insanlar, sadece insan olarak doğar. Fakat Türk olarak ölür, Fransız olarak ölür, Yahudi olarak ölür, Japon olarak ölür. 
İnsan olarak doğup, insan olarak ölmek istiyorum. Gururlanacağım şeyleri bırakın ben seçeyim.

Ayşe Arman'dan muhteşem bir röportaj


Bugün bir çılgınlık edip Ayşe Arman’ın köşesini okudum. Çaba diye bir yardımlaşma derneğinin kurucusu olan Özlem Cankurtaran diye biriyle söyleşi yapmış. Çaba’nın mevzusu anaokul filan yaptırmak, zengin kadınlar olmadıklarını söyleyip, yardım konseri, kitap basıp onun parasını filan kullanıyorlarmış. Son yardımda bir tiyatro oyunu sahneleyip ünlüleri oyanatacaklarmış ve gelirini bağışlıyacaklarmış filan. Bu oyunda Ali Ağaoğlu da oynuyor, Abdürrahim Albayrak da ve bunların haricinden onlarca cebi dolu tipler işte.
Ayşe Arman, -ilginçtir cidden güzel soru sormuş- bu adamlar oynamadan da yardım eder zaten? diyince, Özlem de cevaben, “Ama biz bir şey üretip onun karşılığını almaktan hoşlanıyoruz.” diye geveliyor.
Ben de bunun üzerine diyorum ki, amacın hiçbir zaman yardım etmek olmamış senin Özlem’ciğim. Sen güzelce takılmak istemişsin sadece medyanın ve cemiyetin içinde… Bunun için de isminin başında “yardım” olan bir şeyle daha kolay bir popülerite ve ciddiyet yakalarım demişsin. Aferim.

Köşe yazarlarını yoğurda doğrasan, cacık bile olmaz.


1-
Geçenlerde şahit olduğum bir gerçek üzerine biraz düşündüm, açık söylemek gerekirse daha önce hiç ihtimal vermediğim şeylerle karşı karşıya kaldım. Sizinle de beraber incelemek istiyorum bu durumu…
Hadi itiraf edelim, hangimiz iyi şarap, kötü şarap ayrımını lezzetten ziyade kokuya göre yapmıyor ki?
Mehmet Kocamış bir şarap gurmesi, asıl işi Hukuk… Bilgi Üniversitesi’nde Öğretim üyeliği yapan bir doçent kendisi, ama şaraplara öyle bir gönül vermiş ki, hayatının hiçbir döneminde bırakamamış bu büyük heyecanını.
Öncelikle hepinizin gözlerinizi kapayıp bir kaç dakika düşünmesini ve empati kurmasını istiyorum, hangimiz 1980 mahsülü bir Bordeux şarabının bize hissettirdiklerini hissedebilir ki! 
Hadi itiraf edelim, şu Türkiye’de benden çok halkına yabancılaşmış bir adam var mı? Bahsettiğim konularla benden başka 3 kişinin ilgilenmesine rağmen, Türkiye’nin en çok satan gazetesinde 20 yıl yayın yönetmenliği yaptım ve hala yarım sayfa yazı yazıyorum.
Hadi itiraf edelim, benden bir bok olmaz.
2-
Bu hafta yine korkunç yoğun geçti, yazılar, röportaj okumaları, bir sonraki röportaj için randevu ayarlamalar, sevgilime zaman ayırmaya çalışmak, Ayla’nın bitmek bilmez Mickey Mouse aşkı, bir taraftan Havaii’ye gitmek, oradan Paris’e geçip biraz takılmak, offf o kadar zor geliyor ki… Bazen insan her şeyi bırakıp, Londra’ya gitmek istiyor!! (Neyse haftaya röportaj ayağına gider, bu bahsi kapatırım.)
Geçen hafta bildiğiniz gibi çok yoğun geçti, önce -müthiş bir gazetecilik örneği olan- acaba 0-6 yaş çocukla çıkılan tatillerde, hangi şehirler tercih edilmeli? adlı inceleme yazımla tam 18 ülke gezdim ve o kadar yoruldum ki, ve güneşlenmekten sırtım yandı, soyuluyor şimdi offfffffffffffffffff kahretsin bu gazetecilik çok yoruyor beni.
Ondan sonra Sekteye Uğratılmış Hayatlar adlı projem üzerine çalıştım, biliyorsunuz ne kadar ajitasyon yapsam az, biraz da daha çalışmalıyım ajitasyon üzerine. 
Neyse yazıyı burada bitirmeliyim, ayrıca sizden bir kaç gün izin istiyeceğim. ‘Fakirler için İstanbul gece hayatı’ incelemem için alışverişe çıkıcam, bu yazı dizime de çok iyi hazırlanmak için izin istiyorum sizden. Sonrasında bomba gibi geri dönücem.
Not: Bu arada Alya’nın okulunu soranlar olmuştu, okuldan çok memnunuz senelik 12bin dolar gibi cüzi bir meblağ veriyoruz şu anki kreşine ama, inanın kuruşu kuruşuna deyiyor. Kreşteki ablaları Selda ve Birsen’in gözlerinde çocuk sevgisini ve dolar işaretlerini görmenizi isterdim doğrusu.
3-
Adı Kemal Keskin 1910’da Tunceli’de, o zamanki adıyla Dersim’de doğan annesi Kürt, babası Türk olan bir melez.
Ve İgor Miliseviç. Soluk benizli bir Rus. 2. Dünya Savaşı’nda Nazilere nefes aldırmayan komutan. Bizzat Golatkin Muharebesi’ni yönetmiş ve kayıpsız denecek kadar az zaiyat vererek Nazileri def etmiş bir adam.
Şimdi bu iki farklı adam ne alaka diyeceksiniz.
Bakalım…
Kemal Kesin, 1930 yılında Cumhurbaşkanlığı’nın bursuyla Moskova’ya matematik öğrenmesi için yollanıyor. Hangi Üniversite’ye Moskova 18 Mart Üniversitesi’ne. O sırada Moskova Üniversitesi’nin dekanı kim, Dolan Bilikovska.
Dolan Bilikovska, 1. Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesinden Erzincan’a kadar girmiş bir general. O sırada İgor Miliseviç sadece bir er.
Peki İgor Miliseviç’in Doğu Cephesi’nde başlayan yükselişinin başlangıcının temeli nasıl atıldı?
Nalber Sezeryan, Doğu Anadolu’daki Ermeni çetelerinin en büyüğünün lideri. Rusya’nın Ermeni Devleti fikrini rededip bütün toprakları işgal etmesi üzerine, Dolan Bilikovska’ya suikast düzenliyen adam.
Dolan Bilikovska’yı ölümden son anda kurtaran kim, o zamanlar daha 21 yaşında olan er İgor Miliseviç.
Şimdi daha net anlatalım.
Kemal Keskin, 1934’de dönmesi gerekirken kaçıp, kaçak olarak 1948’de girdiği ülkesinde nasıl karşılandı. İlk seçimlerde Erzincan Milletvekili olarak.
Erzincan’a kadar ilerleyip, sonra tırıs tırıs geri dönenler kimdi?
Ruslar.
Yani demem o ki, bu Ruslar salak mı kardeşim?
Erzincan’ı almanın daha kolay yolunu bulmadan bırakırlar mıydı sanıyorsunuz?
—-
Neyse daha fazla uzatmayacağım.
Yazarların kim olduğunu söylememe gerek var mı?
Demem şu ki, beyin yoksunu insanların, bu kadar söz sahibi olmasını ve sözlerinin bu kadar kişi tarafından dinlenilmesini mide olarak da, kafa olarak da kaldıramıyorum. Bu kadar.

Seçmeli Kuran-ı Kerim Dersi'nin oluşturulması üzerine


Twitter’da, Kuran-ı Kerim’in seçmeli ders olarak okulların programına girmesi tartışması çok sıcakken, ben de bir yerden dalayım.
Bir kere şu ülkede Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi diye geçen dersin asıl adı, İslam Kültürü ve Hz. Muhammed Bilgisi’dir. 
Bu dersin öğretmenleri Müslüman’dır ve hepsinin derse girdiklerindeki ilk cümlesi Müslüman olmayanların cehenneme gidecekleriyle başlar. Sadece öğretmenleri değil, o dersin kitapları da Müslümanlık dışındaki dinleri sadece tanıtır, Müslümanlık’ın misyonerliğini yapar.
Hadi Ateizm, Agnostizm, Hristiyanlık yada Yahudilik’i geçtim, 30 kişilik olduğunu varsayacağımız her sınıfta ortalama 5-10 Alevi olduğuna kesin gözüyle bakacaksak, Alevi’lerin dinsiz olduğunu bas bas bağıran öğretmenlerin işlediği derstir Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi.
Kendine demokratik ve laik diyen bir ülkenin Eğitim Bakanlığı, din ve kültür eğitimini ancak tarafsız şekilde verebilir. Aksi zaten düşünülemez. 
1 - Dinde zorlama olmaz.
2 - İnancın doğrusu yanlışı olmaz.
3 - Din ve inanç özgürlüğü anayasının temel maddelerindendir. iken;
Temel ve zorunlu olan eğitim kurumları, asla bir inancın dinin taraftarlığını, misyonerliğini üstlenemez.
“Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede Kuran-ı Kerim öğrenmenin nesi yanlış…” şeklinde giden bir cümle, iyi niyetli bile olsa; cümlenin içinde “çoğunluğu” kelimesinin geçmesi, bunun yanlış olduğunun kanıtıdır. Demek ki orada Müslüman olmayanlar da var, az da olsa, 1 kişi bile olsa var ve bu demektir ki en az 2 farklı inancın olduğu yerde sadece birini meşru kılarak anlatmak, diğerini yok saymaktır, yani saygısızlıktır, yani antidemokratiktir, yani neresinden tutsan elinde kalır.
Kuran mı öğrenmek istiyorsun, Kuran kursuna git. İncil mi öğrenmek istiyorsun, git bir kiliseye, eminim onun da bir kursu vardır. Ateizm mi öğrenmek istiyorsun, bu bir din olmadığı için, bunun misyonerini ya da eğitim kurumunu bulamazsın elbette ama, kitaplardan oku. Ama temel ve zorunlu eğitim olarak okullarında Müslümanlık misyonerliği asla ve asla yapma!
Tabi bunu kime diyorsun, öyle konuşuyoz işte boş boş…

Ortak kabul, kabul edilemez.


Artık bunu anlatmam mı lazım, yoksa sikerim ben zaten o salaklara nasıl anlatabilirim diyerek siklemem mi lazım bilmiyorum ama, bu yazıya başladığıma göre anlatacağım.
HERŞEYLE İLGİLİ ESPRİ YAPILABİLİR, HERŞEYLE…MİZAH SINIRLANDIRILAMAZ.
Din, allah, kitap, siyaset, renk, ırk, cinsiyet, tarih, aile, soy, sop... her şey mizah malzemesi olarak kullanılabilir.
Artık bıktım; her yazdığım twitten sonra, salak saçma, konuyu başka yere çeken, anlamadığı için anlamlandırılamamış tepkiler almaktan.
“Dur Yolcu! da çok garip laf lan. Biri çıkıp da otobüsü ben mi kullanıyorum şoföre söylesene orospu çocuğu dememiş mi yani.”
Diye bir şey yazdım biraz önce. Baya küfür yedim gene salaklardan. Ya arkadaş benim burada Çanakkale Şehitleri'ne hakaret ettiğim anlamı nasıl çıkar, nasıl çıkar aklım almıyor. Nasıl bir sığlıktır amınakoyim.
“ 'Ben o’nun yalancısıyım.' Hz. Muhammed”
Bu cümlede, nasıl bir hakaret buldunuz arkadaş anlayamıyorum. Ben onun yalancısıyım cümlesinin başkalarının doğrularını kabul ettiğiniz zaman kendinizi savunmak için söylemez misiniz. E burada ne var amınakoyim, ne var ya.
“Denizi yardım, şahitlerim var.” Hz. Musa
“Çok satan kitapların yazarı Tanrı, 1400 yıldır suskunluğunu sürdürüyor.”
Ya bu cümlelerde nasıl bir hakaret var yani, espriden mizahtan hiç mi anlamıyorsunuz. Anlamıyorsanız neden takip ediyorsunuz yazdıklarımı, tek amacınız küfür etmek mi, ha öyleyse devam edin amınakoyim. Ama küçük beyinlerinizle sen buna nasıl hakaret edersin saçmalığını ortaya atmayın direk sövün siktirin gidin.
Ben Türkiye’de doğdum, Müslüman bir ailenin çocuğuyum. Ben Hindistan’da doğup, saçma sapan bir dine inanan bir aileye de mensup olabilirdim. Norveç’te doğup bir Viking torunu da olabilirdim. Bu kadar basit bir mantık yürütmeyle bile din ve milliyetçiliğin ne kadar ucuz ve salak bir şey olduğunu anlatabilirim size. Ama yine de sizin kutsal saydığınız şeylerle, mizah üzerinden şaka yapmak dışında bir şey yapmıyorum. Hakaret etmiyorum, sadece kelime oyunu mu, şaka mı, makara mı artık ne derseniz onu yapıyorum. Bunu yapmak için ortak bir bilince ihtiyacımız var, size bilmediğiniz bir dilden bir kelime oyunu yaparsam esprinin komikliğinin hiçbir anlamı olmaz. Birilerinin bildiği argümanlar üzerinden yapmalıyım makarımı. Bu din de olur, millet de olur, kişiler de olur. Burada kimsenin ne sik yediği umrumda değil, tarihi umrumda değil ne olduğu umrumda değil; bu adamı sen böyle biliyorsun, bunu görmezden gelemezsin. Dur yolcu sadece bir kalıptır ve yolcu duramaz abi otobüsü şoför sürüyor dediğim zaman aklına bir hakaret gelmesi ancak senin sapkınlık derecede manyak olduğunu gösterir.
“- Kız mı olsun, erkek mi? - Sağlıklı olsun da… - Al sana o zaman Ciguli, oldu mu şimdi amınakoyim.” şöyle bir şey yazdım dün ve birisi, “Ama Ciguli bir çok sağlık sorunu geçirdi bla bla…” gibisinden bir şey söyledi. Ya amınakoyim bu kadar tersten ve salakça bir anlama olabilir mi? Ciguli ve Brad Pitt arasında fark herkesce kabul görecek iken, insanların bunu görmezden gelerek ama öyle denmez ki yavşaklığıyla saygı gösterdiğini sanmasını kabul etmiyorum, hatta bundan iğreniyorum.
Ciguli çirkin bir adamdır, bunu söylemeyerek iyi biri olamazsınız.
Özürlüler, özürlüdürler. Ya ama özürlü yerine engelli diyelim diyerek iyi biri olamazsınız.
Eşcinseller, ibnedirler. Onlara ibne deyince kötü biri olmamalısınız.
Zenci ya da Afro Amerikan bu 2 kelimenin birinin ayıp kabul edilmesine biraz kafa yorsanız, saçmalığı anlicaksınız aslında.
Yazı genel anlamda birbiriyle tam olarak alakalı olmayan bir çok şeyle ilgili oldu istemeden. Ama bunların tamamından o kadar tiskinir oldum ki artık yaziyim dedim.
SADECE KELİMELER, BAŞKA HİÇBİR ŞEYLE İŞİM YOK.