17 Aralık 2013 Salı

Yolsuzluk Operasyonu Üzerine Söylem Geliştirme...

sabahtan beri konuştuğumuz tek bir olay var; içinde bakan çocuklarının, ali ağaoğlu'nun reza zarrab'ın, halk bank genel müdürü'nün, diğer bir iki büyük inşaat şirketleri sahipleri ve dahasının olduğu gözaltılar.
zaten içinde şehircilik bakanı'nın oğlunun, danışmanının, özel kaleminin olduğu, 'yolsuzluk' adına yapılmış bir gözaltı sonrası gözler inşaat şirketleri sahiplerinden başka bir yere bakamıyor haliyle.
konuyu irdeleyecek, öncesini sonrasını kritik edecek ne konumdayım, ne de bilgi sahibiyim. ama az biraz kafa yorarak söylem geliştirilmeyecek kadar kompleks bir durum da yok ortada.

dershaneleri kapatma olayı gündem olduğunda, benim aklımdaki şey şuydu; iktidar kendi muktedirliğinden o kadar emin ki, artık cemaate bile haraç ödeme niyetinde değil, o nedenle pençelerini gösterme amaçlı bir adım atarak, düşmanlarını tanımak, kaç cephede savaşacığını bilmek istedi. ve ilerleyen günlerde geri atılmak zorunda kalındı. hatta bu geri adım atış, aklıma direk gezi günlerini getirdi. gezi zamanı, 'yıkıcam, o kışlayı yapıcam, o kadar!' demesininin akabinde, yaverleri vasıtasıyla nasıl geri adımlar atılmış ve daha bir kaç gün önce kışın ilk karı gezi parkı ağaçlarına yağmışsa; dershaneler için de, 'kapanacak dedim, kapanacak!' yakarışları, yine yaverleri tarafından yumuşatılmış ve bu sene kayıt yapılmayacak dediği dershanelere, kayıt yolu bile açılmıştı. fakat görünen o ki, cemaat aza tamah etmeyecek kadar kendine güveniyor ve hükümet bunu düşünemedi olsa gerek ki, bu sabah şoka uğramadan uyanan tek kişi hakan şükür'ün leeds'e attığı golü ararken, arif'in manchester'a attığı golü bulan 16 yaşındaki ekşici'dir herhalde, ki onun da olanlardan haberleri yoktur.

bunların haricinde, hepimiz türkiye'de büyüdük ve 7'sinden 77'sine herkesin bildiği, inandığı, emin olduğu tek bir şey vardır, 'siyasetçiler yer!' çocuk bile böyle düşünür ve büyür. ve bununla birlikte bizde şeffaflık yoktur, bizde sır tutmak önemlidir, bizde 'al şunu, uzatma' söylemi kabul görür, bizde sus payı vardır, bizde 'ne kadar işini görür?' vardır, 'e madem vermiş sende bişe deme' nasihatı vardır, biz bilinçaltımızda torpili, rüşveti normalleştirerek büyürüz adeta. hepimizin pislikleri vardır, hepimiz çirkin insanlarızdır, hepimizin ufak tefek sırları olmuştur ama bu pislikler hepimizde olduğu için, ortadaki sessizlik bütün sırları kasada tutmayı sağlar.

işte bu sabah o sessizlik duvarı yıkıldı kardeşim, olan budur. HEPİMİZ KİRLİYİZ'i dibine kadar bilen bir toplum olarak bu duvarı yıkanların ne düşündüğünü çok merak ediyorum. çünkü dedim ya herkesin sırrı var ve bu sırlar diğeri konuşmadığı müddetçe sağlama alınmış olarak görülüyordu, şu an biri konuştu, artık hiçbir şey sağlamda değil. bir toplum içinde sen şunun arkasından konuşmadın mı deyin mesela, dediğiniz kişi direk size dönüp, e sen de şunun hakkında böyle demiştin ama diyecektir. sır bir kere döküldü mü, önü alınamaz. ama...

herkesin sus pus olup, açıklama yapmamasından dolayı şöyle bir varsayım geliştirdim; cemaat silahını çıkarır, karşısında 8 kişi vardır diyelim, ve 8in 4ü zaten korumadır, karşısında silahsız duran 8 kişiden, en köşede duran korumaya ateş eder, head shot! sonra döner öbür korumaya ateş eder, yine head shot! sonra adam, tamam dur, anlaşalım der. yürür giderler. o head shot!lar da zaten gereği olmayan korumalara geldiğinden hiçbir bok olmaz bile ve bütün bunlar bir ana caddede olur! insanlar bu olayı görür, kimisi bağırır, kimisi kaçar, kimisi haykırır, sonra bu büyük adamlar, arabalarına binip giderler ve 5 dakika içinde o caddede o insanlar tekrar bir yerlere ulaşmak amaçlı yürümelerine devam ederler, sanki hiçbir şey olmamış gibi olur. bu metaforla anlatmak istediğim şu, içeri bakan'ın oğulları alındı mı? evet alındı, fakat inşaat şirketi sahipleri ve halk bank müdürü de içerde mi? evet. şimdi hepsini bıraksan, bırakamazsın, o zaman iki tane korumaya ateş edersin; bu kim olur? halk bank genel müdürü, ali ağaoğlu, reza zarrab? neden olmasın, onlar sadece iktidarın sermayedarları, onlar gider başka bir inşaat şirketinden ağaoğlu holding yaratılır ne var bunda. bir kaç kurban verilir, asıl aktörler tekrar dışarı çıkar, arabalarına biner giderler ve şu an bütün twitter'ın, facebook'un, ülkenin gündemi olan bu durum, birden bire yeni bir gündeme, akşamki dizinin skandalına, bülent ersoy'un yeni yeni bayılmalarına evrilir.

bu elbette anlaşma zemini yaratılırsa olucak olandır, ama olay partinin ortasında; 'fatma, melih seni sikmek istiyor!' diye yaygara koparan kıza cevaben, melih'in 'seni sikmedim diye böyle diyorsun orospu fatma!' demesi sonrası, merve'nin eski sevgilisi melih'in başka sırrını ortaya dökmesi ve sonra olaya hatice'nin annesinin aslında kocasını aldattığına kadar varan skandallar yolculuğuna dönüşür. olur mu olur? burası türkiye, şaşırmayı unutalı çok oldu.

16 Aralık 2013 Pazartesi

Türkiye'de Tiyatro

tiyatro ile yerleşik yargılar vardır; tiyatro üst düzey sanatlardandır, kültürlü insan işidir, yer yiğidin harcı değildir, gibi... devamı da şöyledir, lütfen tiyatroya gidin, tiyatroya giden insan medeni insandır, tiyatro insanın zihnini açar, gibi... ve yine aynı ses kalabalığında son olarak şunlar duyulur; tiyatrolara kimse gitmiyor, insanımız tiyatroya hiç değer vermiyor, tiyatrocular kan ağlıyor, gibi...

öncelikle tiyatro neden tekelmiş gibi, tek bir ürünmüş gibi konuşuluyor hiç anlamlandıramıyorum. yani iyi film, kötü film var; iyi resim, kötü resim var; iyi heykel, kötü heykel var iken, neden kötü bir tiyatro olamıyor ki yurdumun güzel salonlarında, böyle bir şey mümkün değil midir? kötü bir oyun sergilenemez mi, bir oyun kötü olamaz mı, bir tiyatro eserinin kötü olma ihtimali yok mudur? 

ben direk şöyle devam edeyim, vardır; hem de kötünün kralı vardır ve öğrencilik yılları boyunca buna maruz bırakılmış milyonlarca insan da vardır. sadece benim hatırladıklarımdan bahsedeyim. ilkokulda, ilk yardımın önemi, annelerin kıymeti, öğretmen canımızdır tutarında, okul okul gezen tiyatro ekiplerinin içi didaktizm yüklü rezil oyunlarıyla tanıştık hepimiz tiyatro denen sanatla. daha sonra hiçbir bilgi birikimi olmayan sınıf öğretmenlerinin hevesi nedeniyle müsamerelerde rol almaya da başladık bir çoğumuz, tamamen rezaletti o cumhuriyet bayramı, çanakkale destanı oratoryoları, canlandırmaları filan. bunun haricinde bu sefer okulun kültürel etkinlik babında bizi 1-2 lira gibi ufak paralara götürdüğü oyunlar izledik, turgut özakman'ın muhteşem kaleminden; ortada sanat yok, eğlence yok, mizah yok; ölümüne didaktizm, ölümüne ama...

ilkokuldan sonra karşılaştıklarımızın hepsi harika mıydı peki? elbette hayır, lisede olay moliere ve shakespeare'ye geldi, nispeten daha iyi olsa da, bu sefer de iyi olan metin, kötü oyuncunun karşısında gene dökülmekten kendini alamıyordu. iyi bir tarih, kültürel tarih dersi almamış insanlar olarak; tamamen dönemler, kraliyet, aristokrasi, bla bla üzerine kurulu olan ya da daha farklı bir gerçekliğe sahip oyunlardan ne anlamamızı bekliyorlardı ki, bize ne verdiler de, bizden ne istiyorlardı acaba. bu olsa yine iyi, bir de bağırmayı gereklilik sanan tiradlar, gerçeklikten uzak rol kesmeler, yürüyüşler, hey heylenmeler... 

tiyatro için; insanı insana insanla anlatma sanatı diyorlar, gerçekten afili bir cümle. sana tiyatroyu doğru anlatmamışlar; yani tiyatroyu anlamamışsın; sana oyunu anlatamamışlar; yani işini anlamamışsın, bunu senden daha anlayışsız birine anlatmanı senden bekliyorlar, işin komik tarafı sense seni dinlemelerini bekliyorsun.

çok iyi tiyatro oyunları izledim, çok iyi metinler de okudum; çok kötülerini de izleyip, okudum. bunlar olur, olması gerekir, olmak zorundadır.

bir heykel tıraş, bir ressam, bir sinemacı; nasıl çıkıp da ağlamıyorsa, gözünü seveyim tiyatrocular da ağlamasın. hele didaktizmi görev edinmiş insanlar, 'sanatçı'yım demesin zaten kendilerine, siz öğretmensiniz efendim, hem de kötü bir öğretmensiniz. siz, size verilen şansı baştan teptiniz zaten, ilkokulda daha ağzı süt kokan çocuğu, tiyatro ile tanıştırma şansı size çok kere verildi ve o çocuğu tiyatrodan tiskindirdiniz, milyonları tiskindirdiniz; hala da ağlıyorsunuz amk. utanmadan ağlıyorsunuz ulan, ne diyim başka. hepsini bir köşeye bırakalım, son cümle olarak; bir ülkede bir simitçi, bir çöpçü, bir televizyon tamircisi para kazanamadığı için, ağlama şansı ne kadar varsa, sizin de en fazla o kadar ağlama şansınız vardır; kendinizi üstün görme karaktersizliğini de bir bırakın artık. 

15 Aralık 2013 Pazar

Elif Şafak'ın Ayşe Arman'la Söyleşisi...

duydunuz mu? elif şafak yeni romanı 'ustam ve ben'de usta mimar sinan'ı anlatıyormuş. hahahahahhahahaha. ya arkadaş bu kadar leşçilik olur mu ya, bir insan kariyerini otlakçılık üzerine nasıl kurabilir ve bunu yaparken nasıl bu kadar omurgasız olabilir ya.

röportajı verdiği kişinin ayşe orman olması da çok yenilikçi bir hareket. hahahhahaha. vallahi sanki bunlar bütün ülkeye gıcık vermek adına yaşıyorlar ha, bulundukları konum serbest kürsü ve onlar da oranın tapu sahibi; ve ahaliye nispet olsun diye oradan inmiyorlar sanki.

elif şafak'ın karakteri belli, karaktersiz bir kimse. önümüzdeki seçimler kemalistler lehine bitse, 2 yıl sonra 'atatürk'ü herkes biliyor ama, ne kadar tanıyoruz ki acaba gerçekten...' diye diye ayşe orman'a atatürk'ün hayatından ve çevresinden yola çıkarak yazdığı yeni romanının röportajını vermeye gelir koşa koşa. para babası bir yapımcı aslında elif şafak, o nedenle bütün prodüksiyonlarında brad pitt'i, cameron diaz'ı filan oynatıyor, gişe için başka bir şeye; konuya, senaryoya gerek olmadığını biliyor çünkü. brad pitt'le bir sevişme sahnesi koymanın cazibesinin farkında, koca sinan'ın iki özlü sözünü hikayeleştirip takdiri kazanmaya layık olmayı iyi biliyor. 

'iskender' çıktığında yaptıkları söyleşiyi ya da 'aşk' çıktığında yaptıkları söyleşiyi bir açıp okusam %100 eminim ki, 'ulan üçtür aynı söyleşiyi kitap ismi değişerek paylaşıp bizi yiyorlarmış amk!' derim. o kadar sığ olan iki kişinin utanmaz bir şekilde, milyonlarca insanı aptal yerine koymasıdır çünkü bu.

bir de takıldığım farklı tek bir nokta var, ayşe orman, sorularını hep doğrulatacak kelimeler seçerek sormuş; 'hayat nasıl?' deyip bırakmamış mesela, 'hayat nasıl, kötü değil mi?' demiş mesela, 'bunaldın mı?' dememiş, 'bunaldın değil mi, nasıl bunalmaz ki insan?' demiş. ne bilim bu seferki söyleşiye önceden hazırlanamadığınız için ipler ayşe orman'ın eline mi verildi, yoksa elif şafak, iki cümle kurmaktan acizdi de bu yola mı başvuruldu bilemiyorum ama; iki aptal söyleşemeyişi gibi bir durum olmuş öncekilerden biraz farklı olarak.

valla ne diyim, sabah sabah iyi güldüm; başarısızlığımın sebebi aptal olmamammış diyebiliyorum sizleri görünce, safça bir motivasyon en azından günümün güzel geçmesini sağlıyor.

14 Aralık 2013 Cumartesi

1 Kilo Kömür vs ?

akp karşıtı cenahın, sürekli kullandığı bir söylem vardır; akp seçmenine, 'göbeğini kaşıyan, cahil, 1 kilo kömüre oyunu satan vs...' derler. 

1 kilo kömür, 1 paket makarnaya oy satıyor olmak ancak karşı taraftan daha fazlası gelmesine rağmen yapılıyorsa salakça gözüküyor, aksi takdirde gayet normal. eziklenecek bir durum yok, oyunu sana hizmet eden kişiye vermek istersin ve kömür ile makarna da az da olsa bir hizmettir, bunun kişinin kendisini satılığa çıkarmakla bir ilgisi yok. olmaması da gerekiyor gibi geliyor bana. bu bağlamdan yola çıkıp, kişileri cahillikle, göbeğini kaşımakla yargılamak çok salakça bir kolaycılık. benim karnımı doyurmak ve benim ısınmamı sağlamak devletin görevidir zaten, buna az-çok, eksik-fazla adım atıyor olması ve senin bunu bu şekilde yorumlaman ancak ve ancak senin o seçmenden komple umudu kesmen gerektiği sonucunu getirir sana, hiçbir fayda yüklü kazancın olmaz, olamaz; tek olan senin ve senin seçmeninin egosunu okşarsın o kadar.

yardım edilen ödeneğin nereden geldiği, soruşturması, vergisi ve stoğuyla ilgili konuşma elbette yap, takibini sür, eyvallah da; devletin bizzat görevi olan 'halka hizmet'i bir yanlışmış gibi yorumlamaya çalışman sana sadece seçmen kaybettirir, nefret kazandırır, bu yanlışa devam etme artık, dur.

amerika'da ya da avrupa'da da böyle mi oluyordur acaba, muhalefet, iktidarın seçmenini '1 kilo kömüre oyunu satan insanlar!' diye suçluyor mudur?

görece halk, sol görüşlü, sağ görüşlü fark etmez, ortalamanın altında bir kültüre ve entelektüeliteye sahiptir zaten kimin seçmeni olursa olsun. bu nedenle ortada gözüken hizmet, cümlede kalan soyut kavramlardan -özgürlük, eşitlik, demokrasi...- daha işlevseldir.

toplum sanatla gelişir, özgür olmayan toplum yok olmaya mahkumdür, eşitsizlikler içinde yaşanmaz, vs... evet hepsi doğru ama, bunların olması için, insanların önce karınlarının doyması ve soğuktan ölmemesi gerekir. yani artık saçmalamayı bırak da, hizmete hizmetle karşılık verecek siyasete başla. seçimlere az kaldı.

Karşılaştırmalı Siyaset...

ben o zaman lise 2'ye gidiyor iken, ingilizce dersinde, konu nasıl gelmişti hatırlamıyorum atatürk'e geldi. tipik bir kemalist olan ingilizce öğretmeni de, bana o zamandan beri absürd gelen şu övmeyi yaptı atatürk için, 'dünya'nın gelmiş geçmiş en büyük lideridir, şu an gidin bir amerika'lıyı yoldan çevirin obama'yı bilmez, atatürk'ü bilir, dünya çapında ünlüdür o...' falan filan tutarında cümlelerdi. -o zamandan belli etmişim kendimi diyerek devam edeyim.- ben de söz alıp, hocam ne alakası var ki popülerlikle demiştim, ayrıca ne bilsinler atatürk'ü dedim bugünün amerikalıları. o da kızdı bana ne saçmalıyorsun sen şeklinde, hocam türkiye'de en iyi müziği cem karaca yapıyor diye kabul etsek mesela, serdar ortaç'ın ondan daha popüler olması gerçeğini kabul etmeyecek miyiz yani dedim, atatürk'ün popüler olması niye gerekli ki filan diye de devam etmiştim, öğretmen de beni susturmuştu en son, kendi yargılarını pekiştiren bir kaç cümle daha edip past continuous tense'lere geçmiş, hatta canı sıkılmış olacak ki to be continuous diyerek dersi sonlandırmıştı.

az önce tumblr'da gördüğüm bu post yüzünden geldi aklıma bu anım, post da bu:

“Bir ülkede; yağan Kar nedeniyle iptal edilen maç, Van’da kar altında konteynerda yaşayan insanlardan daha çok konuşuluyor!”

bunun farklı formlarını da çoğu kez görmüşsünüzdür zaten, örnekse:

'bu ülkede bihter diye bir kadın, mehmetçik diye bir kahramandan çok konuşuluyor!'

'bu ülkede nejat uygur'un ölüm haberi, demet akalın'ın son single'ı kadar konuşulmuyor!'

'bu ülkede matematik öğretmenlerinin atanamamış olması, bir ateri oyununun yeni sürümünün ülkeye gelmesi kadar konuşulmuyor!'

'bu ülkede kieslowski üçlemesi, çılgın dershane üçlemesi kadar ses getirmiyor!'

falan filan...

öncelikle bir konunun ehemmiyeti, o konunun gündemde yer ettiği alanla doğru orantılı olarak artamaz da azalamaz da.
ölen mehmetçiğe, emeğe, saygıyı hak edene öncelikle hakkını vermeye çalışman, evet sana sağduyulu bir insan görünümü verir; ama bunu başkalarının dışavurmaması -çoğu zaman- onları kötü yönde eleştirebileceğin bir alan bile yaratmayabilir. herkesin bu hadiselere senin gibi hakkını veriyor olması da o hadisenin hakkını, ehemmiyetini yükseltmez.

bunun haricinde, sidik yarışı yaptığın hadiseyi bir yüzüne vurayım da, az yüzün kızarsın:

annen ölüyor tamam mı ve senin aklında ulan be son kez bi öpemedim pişmanlığından ziyade cenazeye de amma az kişi gelmiş üzüntüsü var.

kız kardeşin evleniyor tamam mı ve senin aklında kardeşim bu adamla mutlu olur mu acaba endişesi değil de düğün için damat tarafının ne kadar harcayacağı aç gözlülüğü var.

sen bir düşeni kaldırmışsın tamam mı ve senin aklında birine yardım etmenin verdiği sonsuz mutluluktan ziyade bu yardıma kaç kişinin şahit olduğu ve çok kişinin görmesini isteme umudun var.

kardeşim sonuç olarak için dışın bir değil, sağduyuna mı güvenek amk.


(bu yazı 11 aralık 2013'te yazılmış.)

İşini Severek Yapmak Mümkün Mü?

'işini severek yap.', 'ne olursa olsun, sevmediğin işi yapma', 'severek yapmadığın bir işte hep mutsuz olursun...' sayıklamalarını epey salakça bulurum. 

öncelikle dünyada hiçbir insan, 'ben sandalye satıcısı olucam, hayatımı buna adamak istiyorum.' ya da, 'ben tezgahtar olmak istiyorum, çok keyifli bir meslek bence.' ya da 'ben fabrikada tütün sarmak istiyorum, sanki kendim içiyormuşum gibi.' demiyor, böyle bir şey yok.

hepimiz hayal kuruyoruz, kurduk; yazar olucam, ünlü olucam, fotoğrafçı olucam, modacı olucam, ressam olacam, müzisyen olucam tutarında şeylerdi bunlar ve bunların birer kotası vardı; 100 kişilik bir komün düşünün, burada 92 tane yazar çıkabilir mi mesela? kotası bir mekanizma olarak olmasa da vardı ve bu kota hemen hemen '1'di. 1 kişi o şansa sahipti ve oldu. 1'den bir kaç fazla olabilen bir başka ihtimalde hayale yakınsamaktı; modacı olmak isteyip terzi olan, ressam olmak isteyip grafiker olan insanlardı bunlar da, onlar da şanslı, başarılı, zeki ya da artık nasıl bir erdemle açıklarsanız, onlardı. işin içine 'çalışmak' kavramı girince zaten işini severek yapmak deyimi tartışılabilir bir hal alıyorsa da, bunu umursamadan devam edeyim...

işte, geriye koca bir toplum olarak başbaşa kaldık, kimimiz çöpçü, kimimiz temizlikçi, kimimiz avukat, kimimiz öğretmen, kimimiz doktor...

ya hangi birinizi ağrı'daki bir masa başı memuriyetinin hayalini kurdu acaba da, saatlerce, günlerce, aylarca, 30 yaşına merdiven dayamış vaziyette salak bir kpss'ye çalışırken buldunuz kendinizi?

kaçınız üniversitede 1 bölüm tercihinde bulundu mesela, makine'den başlayıp su ürünleri'ne kadar sırf yerleşme amaçlı yaptığımız o tercihler mi sizi hayalini kurduğunuz, severek yapacağınız mesleğe kavuşturacaktı yoksa?

bir nasihat de benden, 'ne olursa olsun, mesleğinizi asla sevmeyin, nefret edin ondan, onu kendi aklınızda şu şekilde rasyonalleştirin, 'kendime ait olacak olan saatlerimde (mesai dışında yani) bir hayat beni bekliyor ve ben o hayatı güzelleştirmek için bu orospu çocuğu paraya ihtiyaç duyuyorum, o nedenle çalışacağım ve 1 dakika bile mesai dışındaki hayatıma işimi karıştırmamaya çalışacağım, beni işimi sevmemi söyleyerek illüzyon misali satın almalarına göz yummayacağım, işimden nefret edeceğim ve sadece işimin gerektirdiği kadar işimi yapacağım, bir adım fazlasına neden gerek olsun ki!'

bir şirkete fazla para kazandırmak, 3 kuruş para kazanmak için günde 3 saat fazladan çalışmak, 3 kuruşluk makam için, bir daha sahip olamayacağın hayatı heder etmek asla ve asla makul bir tercih değildir.

çalışın, çünkü zorundasınız ama asla işinizi sevmeyin, sevecek onca güzel şey var şu dünyada...


(bu yazı 9 aralık 2013'te yazılmış.)

Ayşe Arman Gazeteciliği...

ayşe arman'ın bugünkü söyleşisini okuduktan sonra esaslısından sinirlendim, harbisinden sövdüm. telefon üzerinden yazıyor olduğum için linki ekleyemiyorum malesef; lakin söyleşiyi bi iki cümleyle anlatayım. geçen hafta içinde çıkan, 'annesine kızdı, yumruk attığı camdan sıçrayan parçanın boynundaki damarı kesmesi sonucu öldü...' haberinde ölen 20 yaşındaki gencin, kız arkadaşıyla söyleşi yapmış ayşe arman. öncelikle, bir hafta önce, trajik şekilde sevdiği birinin kaybını yaşamış ve bu kaybın sebebi olarak gösterilen -annesi tarafından- bir kişiyle söyleşi yapmak etik midir? 500bin satan bir gaste olması haricinde, her elini attığını gündem yapabilecek bir popüler çapa sahip ayşe arman'ın 20 yaşında, üzgün, suçlanmış, baskı altında, psikolojisi konusunda da sıkıntıları olma ihtimali yüksek bir kadına 'tartışma onun boynundaki morluklar yüzünden çıktı değil mi?' diye sormak, neyi amaçlar? amacını bırak 20 yaşında, türkiye'de yaşayan bir kadını soktuğun bu halin, haberciliğe olan katkısı, kadının ağzından aldığın 'oğlumu emme!' açıklamasının tatmini midir? 'eltisinin yeğeni, bacısıyla yatıp kalkıyormuş...' bilgisinin teyidi, dürüst habercilik midir? kadın ismini verirken sonrasını düşünememiş olsa da, bunu bir gasteci olarak yayımlamak cahillik midir, teşhircilik midir?
daha sorulacak çok soru varsa da, söylemek istediğim daha tehlikeli olanının çok yakın olduğudur, yani bu ve buna benzer hadiselerin artarak çoğalacağıdır. medya, özellikle magazinel medya, donanım/eğitim gerektirmemesi rahatlığıyla ve bir sanat dalı küstahlığıyla her yere saldırıyor, cesareti cahilliğinden, gücü çapının büyüklüğünden geliyor. ve televizyonda kendi bulunduğu şehirde işlenen cinayet haberine dahi, 'aaa bizim burda olmuş...' diyerek saçma bir heyecana dahil olan yurdum insanı, gastede - televizyonda adamdan sayılıp mikrofon doğrultulduğunu gördüğü vakit neler yapmaz, bu haberciliğin sonucunun bunlar olduğu belli değil mi? bu tür olaylar yaşanmaya başladığında, siz bunun sebebinin medya olmadığını neye dayanarak söyleyebilirsiniz ki artık.

not: yayınlamadan önce tekrar okuyunca, zorlama bir itelemeyle yazıdan, bu tür haberler ailede olan ailede kalır diyerek hasıraltı edilmesi makuldür demeye çalıştığımı düşünen çıkabilir. bu nedenle diyorum ki, magazin gasteciliği bir oksimorondur; hele hele insan hayatını, şerefini, statüsünü tehdit eden durumlar magazinel tutarda iğdiş edilmemelidir, buna dürüst habercilik denmez, buna habercilik dahi denmez; çünkü habercilik bir iştir, her iş bir profesyonellik gerektirir, magazin gasteciliğinin bu saçmalıklara dahil olmasın nedeniyse profesyonelliğe yer olmayan cahil samimiyeti sayesinde kendi yerini yapmasından gelir.


(bu yazı 27 kasım 2013'te yazılmış.)

Dershanelerin Kapatılması Üzerine...

'dershanelerin kapatılması' konusu üzerine ne kadar düşünsem dahi, kapanmalarının en ufak bir kötü tarafını göremiyorum.

öncelikle bu hadisenin bir eğitim reformu olmadığı çok açık, iktidar-cemaat atışmasının (bir nevi aşık atışması :)) sonuçlarından biridir denebilir. iktidar yaklaşan seçime rağmen muktedirliğinin o kadar farkındaki, belli ki bu seçimlerde en ufak bir haraç verme niyetinde değil cemaate. haraç, doğru kelime olmasa da politikada hayır işi olmaz, biri sizin yanınızda yer alıyorsa bedelini, haracınızı ödersiniz. iktidar, dershane yoklamasını yaparak bir nevi gardını aldı ve kaç cephede, ne şekilde, kimlerle savaşacağını görmek istedi, bundan sonra gelecek her hamle bunun ürünü olacaktır. ama bunlar bu yazının konusu değil...

'dershaneler kapatılırsa;' denip söylenen olumsuzluklara bakalım:
- binlerce öğretmen işsiz kalacak...
doğru, lakin geçerli bir gerekçe değil. yanlış bir eylemi, doğru kişilerin yapması eylemin süreğen olmasını makulleştirmez. bununla birlikte teknolojinin getirisi olarak 'gişe memuru' mesleği hayatımızdan komple çıkmış olucak bir kaç yıl içinde, arzuhalci diye bir meslek kalmadı bile; kumarhaneler kapandıktan sonra işsiz kalan krupiyelerin hakkını neden kimse savunmuyor? şeklinde dalga konusuna varacak gerekçelerle cevap verilebilir bu gerekçe için.
- çocuklara, gençlere sosyal alan sağlıyor, sınava hazırlıyor tutarındaki sayıklamalar...
bir kere bunu gerekçe olarak görmek çok komik, bu bir varoluş gerekçesi olamaz. bunu bir misyon olarak kabul edip, bütün türkiye'nin tek bir ağız olup üniversite için şart dediği bir kesinliğin temeli 'etütlerde şakalar falanlar yapıyoruz, kantinde gençler kaynaşıyor...' gibi gerekçeler olmamalı. bu gerekçenin altından devam edip 'yasaklama'nın genel manada yanlış olmasına karşın, bu durumla çelişikliğini nasıl açıklarız diye düşündüğüm vakit aklıma şu geliyor; evde yemek yemişsen, doymuşsundur, bir de gidip restoranda bir şeyler yemeliyim demezsin, ama türkiye'de dershaneler öyle bir önkabulle sahiplenilmiş ki, 'okulda çalıştığınla başarılı olman imkansız, dershaneye de mutlaka gitmek zorundasın' yargısı herkesçe makul bulunmuş vaziyette. bu yargı nasıl aşılır bilmiyorum, dershanelerin kapanması bir fırsat eşitliği doğurur mu? kesinlikle evet, 'nasıl ya? zengin olan özel ders aldırıcak, merdivenaltına inecek, nasıl eşitlik bu?' diyenler için, zengin ile fakir arasında bir fırsat eşitliği hiçbir zaman yok ki zaten, dershane nezdinde olsun; zengin, dershanede tek kişilik özel sınıflarda ders alınan seneliği 10-15 bin olanlarına gidip, ayrı yeten yetmezse evinde de özel ders alan, alabilen bir yetiye sahip. dershaneyi açmışın, kapamışın bu hiçbir şekilde bir fırsatsızlığa mahal vermeyecektir elbette, hatta fırsat eşitliği az da olsa, eşiğine ulaşacaktır, keza asıl fakir dedikleriniz zaten kapısının önünden geçemiyor ki o dershanelerin. hiçbir dershane fakire burs vermiyor, başarılıya burs veriyor sadece; bu bağlamda hiçbir dershanenin başarısız öğrenciyi başarılı hale getirmesi durumu yaşanmıyor zaten, başarılının sırtını sıvazlıyor sadece o kadar.

bütün gerekçelerin haricinde, dershaneler eğitim kurumları olmalarının yanında birer ticarethaneler. dershaneler ve çevrelerinde yaratılan ekonomi pastada müthiş bir pay olarak konuşlanıyor. ve bütün bu oluşumun temeli ne? biri ilkokul, biri lise sonunda girilen iki tane sınav; sınavda ne sorulur, soru; o soruyu hazırlayan kim, senin benim gibi insanlar... şimdi bu önbilgiden sonra denmez mi ki, varoluşunu ne kadar sağlam kılarsan yok oluşun o kadar imkansızlaşır diye. komplo teorisi uydurmak istesem, bu sınavı hazırlayan adamları, dershane karteli ayarlayamaz mı der, geçerim. ama böyle bir düşünceye zaten gerek yok, demem şu; varoluş amacın, belli iki tane sınavı kazandırmak. şimdi, bu sınavı kazandırma işini, bunu şiar olarak bellemiş, bu işe parasını basmış, yaşını başını almış, tecrübeli bir örgütten daha iyi kim başarabilir ki, elbette bu bağlamda alternatifsiz olacaklar ve elbette fırsat eşitliğine değil, eşitsizliğine sebep olucaklar.

daha çok şey, çok gereksiz şey yazılabilir dershanelerle ilgili, ama kimse bana çıkıp da, dershanelerin kapanması yanlıştır'la gelmesin. ya da gelsin, tartışalım bakalım.


(bu yazı 21 kasım 2013'te yazılmış.)

İnsan Üretimi

dedesinden kalma bir uğraş olduğu için, doğduğu andan itibaren köpeklerle içli dışlı olan bir arkadaşım vardı. köpeklerinin kulaklarının, kuyruklarının nasıl kesilip de yaraya tuz basıldığını, köpeğin nasıl iyi dövüşüp, dövüşecemeyeceğini, nasıl saldırgan, nasıl sadık yetişririleceğini hep ondan duymuşumdur. dövüş için eğitilen köpekler, çoğu zaman karanlık ufak bir odada, haftalarca çiğ et ile beslenirmiş. besleyen kişi hep aynı olduğundan, sahibine tapınırcasına sadık olan köpek, onun haricindeki bütün her şey için bir tehlike arz edermiş. bunlar birer bilgi, peki anlatmak istediğim ne?

iyi huylu dediğin bir insanı, at bir karanlık odaya, çiğ etle besle bakalım noluyor? er ya da geç, direnç kırılcak ve çarklar dönecektir ve alınan sonuç değişmeyecektir. bu metodu şefkatli bir tavırla da yapabilirsin, sonuç değişmez ama şekil değiştirir. ilkinde tertemiz bir canavar elde etmiş olurken, ikincisiyle bir asker yetiştirirsiniz.

türkiye'nin en büyük klişelerinden biri olan 'eğitim şart'ın niteliği de bu şekilde ortaya çıkıyor. ne yetiştirmek istiyorsun; canavar mı? asker mi? mümin mi? birey mi? türk toplumu ilk üçü için çok yetkin bir okul, daha iyisini avrupalarda bile bulamazsınız hatta, boşa paranızı harcamayın.

bireyler ise bu topraklarda, ancak toplumdan soyutlanmış bir ortamda yetiştirilebilir ve yine hayati tehlikesi nedeniyle toplumdan soyut bir vaziyette yaşamını sürdürmek zorundadır. aksi halde canavarlara çiğ et olmaktan kurtulamaz.


(bu yazı 18 kasım 2013'te yazılmış.)

'Aynı Fikirdeyiz, Lanetleyemiyorum...'

'ya biz aynı evde oturmuyoruz ki, komşuyuz.' ' ya ne alakası var, aynı evde kalınınca illa ahlaksız şeyler mi yapılır, zihniyet bu mu?' 'arkadaşız ya, hatta arkadaştan öte kardeşiz, ne var birimiz kız, birimiz erkekse!' bla bla bla...

ulan amcık ağızlılar sanane desenize, evet ölüyü diriyi siktik, gözümüzü size diktik desenize, her gün vuruyom kuru kuru kubara desenize amk, bu neyin açıklama gayreti, bu neyin izahı, bu neyin suçluluk duygusu.

görünen o ki, siz de sikişen insanlara o kadar sığ bakıyorsunuz ki, görünen o ki, siz de aynı eve çıkan her ikiliyi o kadar ahlaksız görüyorsunuz ki, görünen o ki, konu siz olmayınca herkes ahlaksız ama bunu dillendirenler sizden biri olmadığı için ve sizi de itham ettiği için bu durum o kadar zorunuza gitti ki, hemen savunmaya geçtiniz, çünkü sizin de ahlaksız bulduğunuz o kızlı erkekli evler var, sizin de aklınızda var bunlar, tayyip karşıtı olmakla insan olunmuyor, ciğeriniz beş para etmez amk.


(bu yazı 8 kasım 2013'te yazılmış.)

Atatürk'ü Övme de Dilin Kemiği Sınırı...

'olmasaydı; olmazdık.' cümlesi çok sevilen, hak verilen bir cümledir, sadece chp de değil, daha geniş bir kitlenin kabulüdür. olmasaydı; olmazdık, olmasaydı; şu an iran'dan beterdik, olmasaydı; anneni bilirdin ama baban kimdi bilemezdin, olmasaydı; soyadın papadapoulos olurdu...

atatürk'ün iyi bir lider, asker, önder, komutan, savaşçı, siyaset adamı olmasını red etmiyorum elbette, bu gerçekliğin de totalde bir getirisi-götürüsü yok zaten; tarih iyi lider kaynıyor. işin ironik tarafı şurada, benim demek istediğim şey de orada...

70 yıl öncesinde hitler gibi bir lider tarafından yönetilen bir almanya var, 20 yıl öncesine kadar bir duvarla ayrılmış bir ülkeden bahsediyoruz burada. buna rağmen geldiği yere anlatmaya bilmiyorum gerek var mı?
aynı dönemler de mussollini belasıyla uğraşmış italya var.
neredeyse 70 sene önce 2 büyük şehrine atom bombası yemiş, savaştan mağlup ayrılmış, milyonlarca vatandaşının etkilendiği bir japonya var.
20 sene öncesinde dağılan bir sovyet birliği sonrası karşımıza çıkan rusya var.
onlarca sene içsavaştan kırılan ispanya var.
40 yıl önce luther king suikasti var amerika'da, kölelik var lan şaka gibi amk.

bunlar benim üç kuruşluk yakın tarih bilgim sonucu aklıma gelenler, kim bilir hangi ülkenin nasıl buhranları, ne zorlukları, ne kayıpları vardır, hala da var.

iyi bir liderin olmamasından daha kötü bir şey varsa, o da kötü bir liderin olmasıdır herhalde ve tarih kötü liderlerle yıllarca yönetilmiş ülkelerle kaynıyor ve bu ülkelerin bir çoğu bu dertlerle çok değil 50-60 yıldır uğraşıyor.

yani demem o ki, olmasaydı da olacaktı, çok şe yapmayın. yunan olmaktan da korkmayın amınakoyim, ne namus derdiymiş, ne milliyetçi zihniyetmiş, 100 yıl geçti kırılmadı amısına koyim ya.


(bu yazı 7 kasım 2013'te yazılmış.)

Tayyip Erdoğan'ın Kadın-Erkek Kompleksi...

başbakanın, 'kız erkek aynı evde kalamaz, muhafazakar demokrat yapımıza ters, denetim yapılacak.' söylemi neresinden tutsan, elinde kalır cinsten, lakin zaten başbakanın herhangi bir yerinden tutulacak (siki tutmak dışında) bi söylemi de olagelmiş değil.

seçim öncesi böyle bir söylemin iddiası ne olabilir? türkiye de bu söyleme yanlış diyen kaç ebeveyn çıkar? en moderninin bile sevgili olmak kavramını ancak 'görüşüyoruz' diye adlandırdığı topraklardayız yahu, kim yanlış der buna?

bununla birlikte muhazakar demokrat da ne cazip bir oksimoronmuş. oksimoronlar diyarındayız zaten; tek derdi eve kız atmak olan erkeklerin, kız kardeşlerinin erkek sineğe dahi selam vermesini cezalandırdığı, inanca saygının dilden düşmediği ama sünni müslüman olmayan herkese temkinli yaklaşılan, kız verilmesini bırak, arkadaş olmasını bile doğru bulmayan topraklar; tabi elbette saygı çerçevesinde...

evet, burada, kendi çapımız doğrultusunda bunun yanlış, yanlışı bırak rezil bir söylem olmasını dillendireceğiz. bunun karşılığını da, 'ahlaksız, dinsiz...' sıfatlı kelimeleriyle alacağız.

sıkıntı da burda baş göstercek, bu cümlelere karşı savunmamız hep, 'ne alakası var...'la başlayacak, aslında öyle olmadığını ahlaksızlık yapmadığımızı filan anlatıcaz, çünkü yaptığımızın yanlış olma ihtimaline hak verip, meramımızın iyi olduğunu aktarmaya çalışcaz.

neden?

çünkü zihniyet olarak çok da farklı değiliz, bu önkabulü ezip geçecek bi ahlak anlayışımız yok, oturmamış.

ben kendi adıma diyorum ki, evet ben ahlaksız, dinsiz itin tekiyim. kızlı erkekli, erkekli erkekli, kızlı kızlı olarak o evlerde bulunacağız, sevişeceğiz, uyuşturucudan kafayı bulup, alkolden evin her yerine kusacağız ya da hiçbirini yapmayacağız. bunların biri bile sizi ilgilendirmez, biri için bile hesap soramazsınız, size ne amk?

not: mini modernlik testi: sevgili bu yazıyı okuyan insan, simdi bu yazıyı benim değil de bir kadının yazdığını düşün. o kadın bu yazısıyla sence, özgürlük sınırlarını tanımlayan bir kadın mıdır yoksa aranan bir orospu mudur? sadece düşün.


(bu yazı 4 kasım 2013 tarihinde yazılmış.)

Şafak Pavey ve Dillere Destan Konuşması

şafak pavey'in özgürlüklerden dem vurduğu, paylaşım rekoru kıran o efsane konuşmasından aynen makaslıyorum, '... çiçekli başörtüsü ve daracık pantolonuyla, çamlıca parkı'nın kuytularında, sevgilisiyle öpüşen genç kıza, özgürlüğünü mustafa kemal'e borçlu olduğunu hatırlatmak istiyorum...' 

şimdi bu cümleyi analiz edelim:

'daracık pantolon' kısmı; böyle giyindiğine göre bu göstermelik bir müslüman, asıl müslüman çarşaf giymeli -ama öyle sokağa çıkmasın yobaz-, çarşaf yoksa da bol giyinsin vücut hatları belli olmasın, yoksa bu kadın için herkese göstermelik müslüman demek benim hakkım, makyaj da katiyen yapamaz. yoksa göstermelik müslümandır.

'çamlıca parkı'nın kuytularında' kısmı: kuytu kelimesi yanlış bir eylem yaptığına inanıldığı için vurgulanmış, gene müslüman-öpüşmek kelimelerini oksimoron olarak düşünmüş; müslüman olcam dedin mi, her şeyi tam yapıcaksın, bir kere allah dedin mi, peygamber gibi bişe olcaksın galiba, şafak hanım öyle diyor çünkü. asla günah işleyemez, harama el süremezsin; ama o sürer, çünkü o kemalist müslüman. kemalist müslüman, rakı içer, ama ramazan'da ve cumaları içmez, namaz kılmaz ama fakire yardım eder, etmeyedebilir, zina yapar, yapmayadabilir, çünkü onun için sorun yoktur, kimse ona sen nasıl müslümansın demez, diyemez! ama başörtülü bir kadının asla ve kat'a günah işleme lüksü yoktur, işledimi şafak hanım o kişiyi hemen kuytuda yakalar.

'mustafa kemal'e borçlu olduğu' kısmı: şafak hanım'a şöyle dersem ona laf sokmuş mu oluyorum, 'şu an yaşıyorsan bu özgürlüğünü babanın spermlerine ve annenin yumurtasına borçlu olduğunu hatırlatmak isterim.' gerçekten her nefes alışımızda aklımıza ülkenin kurucu liderinin gelmesi mi lazım?

100 yıllık bir arabanın varlığı korunur, değiştirilmez, el değmez. ama bu arabanın da motoru yüksek ihtimalle perte çıkmıştır, araba zaten yürümez, yürüse de çağın arabalarına ayak uyduramaz. işe yarar bir alet iken, gereksiz bir süs eşyasına dönüşür kısaca. yani demem o ki, devletler antika arabalar değildirler, her sabah cilalayarak, varlığını koruyarak onu ancak rakiplerinin gerisinde kalmasına yol açarsın, onu kullanmalı, tamir etmeli, hata oranını azaltmalı, bozuk parçalarını değiştirmeli ve sürekli yeni modeller geliştirmelisinizdir, bunun kuralı budur.

ama biz hala bir grup erkek ve kadının, baş örtüsüyle buraya giremezsin-girersin kavgasını izleyip duruyoruz. neyse ne, şafak hanım ne harika konuşmuş ama ya, ne laf sokmuş kardeşim öyle akplilere, fiyt fiyuu.

not: 'kadın 7 dakika konuşmuş, o kadar şey söylemiş buna mı takılıyorsun?' diyenler için eklemeliyim ki, habersiz gelen bir soruya cevap verirken gaf yapmıyor orada, belki günlerce, haftalarca silip silip baştan yazdığı, hazırlandığı bir yazıyı okuyor ve böyle bir cümle kurabiliyor, ne dediğinin idrakinde bile değil belli ki.


(bu yazı 31 ekim 2013'te yazılmış.)

Kediler ve Köpekler...

kedi ve köpek tartışmalarında hep kedinin tarafı olurum, oldum. buna da hep, köpeklerin daha sadık, daha zeki olmaları argümanlarıyla karşı gelindi. kedilerin nankör olduğu, ölen sahiplerini bile aç kalınca yediği, ki köpeklerin ölen sahiplerinin yanında günlerce ağladığı filan anlatıladuruldu.

köpeklerin sadıklığı, zekası; bana kedinin anarşistliği ve bununla birlikte olagelen pragmatistliği kadar cazip gelmiyor. kedilerin her zaman karakter sahibi olduklarını düşünür dururum, köpeklerse sahiplerinin karakterleri olurlar.

bir köpeği eğitirsiniz ve topu atarsınız getirir, terliklerinizi getirir, pati ver dersiniz verir. kedi ise genelde 'neyin peşinde bu amk salağı?' diye bakar suratınıza böyle istekler peşinde olduğunuz zaman, topu atarsanız peşinden koşabilir, ama sadece canı istemişse, canı istemezse umrunda dahi olmaz. kedi meraklıdır; gitmek istedi mi gider, gelmek istedi mi gelir. hayatı kafasına göre yaşar, idealist değildir; karnını doyurup, uyumak onun için yeterlidir, düzensiz de olsa bir seks hayatı da varsa, bu şekilde rahatlıkla yaşlanabilir. köpekse görev adamıdır, işine asla geç kalmayan bir memurdur adeta, sahibinin saat kaçta, hangi dakikada eve geleceğini bile aklında tutar ve saygısızlık olmasın diye kapıda bekler filan...

zaten bu nedenle köpekler her zaman kedilerden daha fazla sevilir. çünkü insanlık olarak kainatın en karaktersiz canlıları olan bizler; yemeğini, suyunu, yatacak yerini verdiğimiz birinin bize itaat etmesini, her dediğimizi yapmasını isteriz; yapmazsa da belasını sikeriz. çocuklarımızı da böyle büyüttük, iş yerinde elemanlarımıza da böyle davrandık, hayvanlara mı yapmayacağız bu rezilliği, hatta fazlasını bile yaparız, ne olmuş yani?


(bu yazı 29 ekim 2013 tarihinde yazılmış.)

İzmir'i Övmek...

bitmek bilmeyen izmir övmecelerinin aslan payını 'kadınlar sokakta rahat rahat dolaşır, mini etekle olsa dahi kimse dönüp bakmaz.' alır, duyanın da sıkı sıkıya sarıldığı bir karşı argümandır bu. fakat bir tartışma başlatma niyetindeyseniz ona, 'peki, aynı izmir sokaklarında kara çarşaflı kadınlar, aynı rahatlıkla, gözlerin üzerlerinde olmadığını düşünerek yürüyebiliyorlar mı?' diye sorun ve ekleyin 'özgürlük anlayışını siktiklerim!' bunu duyunca, muhteşem bir kibirle, 'çarşafın neresi özgürlük ki!' diyecektir. siz de ona, 'kişilerin neyi giyip giyemeyeceklerine karışmak ve hatta bunun özgürlük olup olmadığını tayin etme hakkını kendinde görmek. bunu demek istiyorsun değil mi? diye sorun. biraz geri adım atıp başa dönecektir ve, 'ama o zamanın şartları gereği yapılmak zorundaydı...'ya bağlayacaktır. bu andan itibaren tartışmayı bırakın, alay ve goygoya çevirin muhabbetin yüzünü, yoksa karşınızdaki kişi her an 10. yıl marşını hazır ol'da okumaya başlayabilir.

not: 'bunun tam tersini de islamcılar bize yapıyor, mini etekle fatih'te rahat rahat yürümek mümkün mü sanki?' diye sorup haklı bir sitemin dillendirildiği düşünülebilir; 'işte siz onlara bu yüzden yobaz diyorsunuz.' deyin ve empati yapması için makul bir süre nafile bir bekleyişe dahil olun.

(bu yazı 29 ekim 2013'te yazılmış.)

Kadıköy'deki Etkinlik Örgütlenmesi...

bugün kadıköy'de olanı bir etkinlik, bir müzik festivali, bir konser eğlentisi olarak göremeyiz. bariz bir siyasi miting vardı, sadece bir siyasi partinin yapmadığı bir mitingti o kadar. müzikal bir etkinlik olarak algılamamak beni daha da rahatlatıyor, çünkü yetişebildiğim yeni türkü, kardeş türküler, bulutsuzluk özlemi -özellikle bulutsuz özlemi- hakkaten müzik yapamıyorlarmış arkadaş, nasıl baş tacı etmişsek artık. ama şöyle bir gerçek de var, hepsinin hep bir ağızdan söylediğimiz en az bir kaç şarkısı var, bunu ezberletebilmeyi becermek de büyük bir başarı elbette deyip, müzik faslını kapatıp, asıl söylemek istediklerime gelmek istiyorum...

içi boş sloganları bağırmayı ne çok seviyoruz arkadaş ya, etkinliğin olduğu yere geldiğimde saat akşam üzeri 6'yı geçmişti ve sahneden birisi kürtçe bir şeyler söylüyordu, sonra da sahneden indi, sadece onun o yetişebildiğim 3-5 cümlesi esnasında, konser alanında offlayan pofflayan, kürtçe konuşulması bile anında rahatsızlık olarak yüzüne yansımış o kadar insan gördüm ki, şaşırdım bile; hala var mı lan dedim bunlar. aradan bir iki dakika geçmeden, gezi ruhunun hepimizi ayrım yapmaksızın birleştirdiği felan söylendi, sonra cümle faşizme karşı omuz omuza sloganının kalabalığa yayılmasıyla sonlandı filan. utandım resmen.

her sahneye çıkan sanatçı önce slogan, sonra gezi ile ilgili bir konuşma, şarkı aralarında tekrar konuşma, sonrasında tekrar sloganla finiş yapmak zorunda mıydı gerçekten? hele yeni türkü'nün solistinin 'asla unutmayacağız... ethem, abdullah, ali...' deyip kalarak, isimleri unutması... ezberlemek zorunda zaten değilsin yani, neden bu kasıntılık, bu ben daha çok direniyorumculuk arkadaş, 50-60 yaşında adamlarsınız, çocuk gibi resmen ya...

konuşmacılık görevini üstlenen ince sesli hanım ablamız ve ekürisi bey abimizin konuşmalarına ne demeli peki. bu kadar boş konuşulamaz ya, lan gidin as siyaset, felsefe, sosyoloji okuyun ya, bu kadar aşağılayamaz bir insan kendini. bir de nasıl coşuyorlar, nasıl gaza geliyorlar var ya, ben hanım abla konuşma sonunda 'ben ülkemi kurmaya gidiyorum arkadaşlar, gelen gelsin...' filan diyecek sandım. sonra bey abi'nin mikrofonu alıp, 'tayyip bizden korkuyor, ona korku salıyoruz ve hep birlikte ona bütün sokakları dar edicez!' diye haykırmasına ne demeli? ya hakkaten bu nedir ya? hangi partinin şoveni oldunuz amk, bu nasıl bir çocuk dilidir böyle, utanmazlık ya bu, başka bir şey değil yani.

neyse, oldu, bitti. biz de biralarımız aldık, moda sahile yürümeye de üşendik ve kadife sokak'ta sokağın ortasında içmeye yeltendik. saat akşam 10'a geliyordu. bir, o sokaktaki evlerde insanlar oturuyor, uyuyor, ertesi sabah erken uyanıp işe gidecek, çocuk uyuyor okula gidecek, bebek uyuyor falan. yani yaptığımız kesinlikle yanlış, yapmamalıyız ki bilen bilir o sokakların kaldırımlarında yürüyecek yer yoktur, o kadar kalabalıktır yani. iki, yeni yasalarla birlikte -belki eski yasada dahi vardır, sokakta alkol kullanmama hadisesi bilemiyorum ama.- sokakta alkol tüketmek de yasak, biz bunu da yapıyoruz. hatta çöpünü oraya atan hayvanlar da var elbette gırla, bu da yanlış. üç, bütün bunlar yetmezmiş gibi orospu çocuğu polis, ananı sikeyim polis diye anıra anıra bağıran bir maceracı ekiplere de sahibiz. bu süre içinde de durmadan, sokağa koşarak girip, müdahale var, toplanın diyen salaklar da mevcuttu, zaten 5 dakika geçmedi, sokağı gazladılar, arkadaşlarımdan biri plastik mermi falan da yedi, bizim muhabbetin de içine sıçılmış oldu. -keşke moda'ya gideydik diyoruz zaten o dakikadan beri, neyse-

şimdiii, polisin bu şekilde reaksiyon vermesi doğru mu? değil. ama sana durduk yere mi reaksiyon gösterdi? hayır. saat 10'da anıra anıra küfretmeye, demokratik bir protesto diyemezsin; gezi gölgesi olmasa dahi mahalleli zaten şikayet eder seni, hatta balkona çıkar ana bacı söver bile. alkol kullanman zaten yasak ve orada boş şişeleri oraya buraya atan, çekirdek kabuklarını yere atan azımsanmayacak bir kalabalığa da sahipken, sana bir reaksiyon şart değil mi? şart. işte bu beni delirtiyor, yapma abi, hareketlerini düşün, hesapla, kararlarını buna göre ver, düşün. sonra yok bize saldırdılar, durduk yere şöyle böyle yaptılar, bize lolo yaptılar, yok kardeşim diyemezsin işte. yaptıklarını biz halkız'a sığdıramazsın, ya da fazlasını bile yaparsın, saldırırsın, sen de suç işlersin, silahlanırsın hatta ve dersin ki öyle göte böyle yarrak ama o zaman da direnişçi de olamazsın, halk da olamazsın, ama bu da bir tepkidir, yap istersen. ama ne yapacağına karar ver, saçma sapan davranıp, bize lololo yaptılar demekle olmuyor, olan senin, oradan bulunanların, mahallenin, gaz solumasına, yaralanmasına, ölmesine de sebep olabiliyor, az düşün, hatta bolca düşün.

bunun haricinde saldırmaya meraklı, direk polise elindekilerle cevap vermek isteyen, küfreden, taş atan, haydi barikatlara kalabalığını da ben anlayamıyorum. bu tavrı bir yere kadar anlayabilirim, ama 50 metre ötesindeki polise, haydi gelsene gel gel gel hadi diye bağırıp, bir biber gazı sonrası etrafındaki 500 insanın da zarar görmesine sebep olan insanların bir şekilde uyarılması, eğitilmesi gerekiyor, böyle bir tavır olamaz. bunun haricinde daha 3 gün önce ahmet atakan'ı andığımız taksim / cihangir eylemi'nde, tophane tarafındaki bir ara sokakta, belki de kış için yakacak olarak toplanan odunlara, barikata eklendi ve yakıldı, sonra oradaki mahalleliyle kavga bile edildi, ya senin ne hakkın var amk, milletin yakacak odununu talan etmeye, bir insanı değil, bir aileyi kaybettin zaten o andan itibaren, seni canavar olarak görücekler artık kaçamazsın...

şu da var; kimse direnmek zorunda da değil, direnişe destek olmak zorunda da değil. direnişe destek olanların da tek işi direnmek değil. bir insan direnişe destek verdikten sonra, gidip konser izleyebilir, bu onu iki yüzlü yapmaz. ne bu bir zorunluluk, ne de herhangi bir kimse bu kişilerin ne yapması gerektiğine karar verecek bir mercii değil.

daha yazılcak şeyler varsa da, bir bütün olarak kalsın diyerek, duruyorum. baştan beri biliyoruz, güzel şeyler oldu, hala da oluyor; ama durup, düşünüp, tartışacak, düzeltecek, onaracak, yenilenecek de çok şey var ortada, bunlar boşverilemez.


(bu yazı 15 eylül 2013 tarihinde yazılmış.)

Türkiye'de Gazetecilik ve Haber

medeniyetin olmadığı, ortalama insan ömrünün 30 sene olduğu senelerdeki yaşam, ki nasıl bir yaşam olduğu konusunda da bir bilgim olmamakla birlikte, bugünkine kıyasla bana daha makul geliyor. 

ortalamayı baz alırsak, 30 senelik bir ömrün var diyelim. hadi abartmayalım gene yalnız değil, ufak komünal bir kabiledesin. tarım var, hayvancılık var; din yok, milliyetçilik yok; başka bir kabileyle karşı karşıya gelip savaşmadığın sürece doğa ana ve hastalıklar dışında bir tehlike yok, tıp da olmadığı için bu yetiyor zaten, 30 demeden gripten bile geberip gidiyon. ama mesai yok, metrobüs yok, elektrik, su, doğalgaz parası yok, tatile ormanlık sakin bir yere gitme derdi yok, zaten hep oradasın filan, kitap okumak yok, okul yok, film izlemek yok, ayol az sosyalleşelim derdi yok, evde tıkılı kaldık kaç gündür yok, yok oğlu yok yok. gün ışığına göre hayatını uyarladığını varsayarsak; akşam 9 gibi yatıp, 4 gibi kalkıyorsun. ömrün seks yapmak, yemek yemek ve oranı buranı kaşımaktan ibaret. (böceği, hayvanı, otu, toprağı kaşınmadan durulmaz zaten.) 7 saat uyuyorsun, 3 saat de tarım-hayvancılık için uğraştığını varsaysak 10 saat. kaşınmak ve sevişmek için 14 saatin var. 30 sene dedik ömre, ilk 10 yılı siktir edelim. sade 20 senede, sahip olduğun sana ait olan saat: 14x30(gün)x12(ay)x20(yıl)=100,800 saat.

insani dehanın devreye girmediği bir medeniyetsizlikte sevişmek ve kaşınmak için tam tamına 100,800 saatin var ve sadece 30 yaşında ölüyorsun.

şimdi insani dehanın devreye girdiği, muhteşem medeniyetimizden bahsedelim. 70 sene ortalama ömür diyelim. bir kere son 10 seneyi ben direk atıyorum, titriye titriye yürüyen, günde 28 ilaç içen, yağlı, tuzlu, şekerli yemesi yasak, alkollü, asitli içmesi yasak olan, ayda bir belki iki hastaneye giden ve böyle süregiden bir 10 seneden bahsediyoruz şurda. direk çıkarıyorum bu 10 seneyi. tıpın geldiği nokta bu, ölmüyorsun ama yaşamıyorsun da. hayatın en güzel seneleri diyebileceğimiz 25 yaş'a kadar 10 saat uyku, 8 saat okul şeklinde bir mesai uyguluyor muyuz? evet. sırf bu bile medeniyetsiz yaşamı tercih etmek için yeterli, en güzel yıllarımı çaldınız lan diye bağırman mı milli eğitim bakanlığına şimdi, neyse... ilk 10 seneyi saymıyoruz elbette. kaldı mı elimizde 50 sene. emeklilik yaşı artık 65 eşiğine geldiği için, boş kalacak bir günümüz bile yok, bunu da hatırlamakta fayda var. şimdi ordan burdan çalmaya gerek yok, okul süresince okula, okul biter bitmez ise iş hayatında günde 8-10 saat mesai yapıyorsun. ölene kadar da yapıcaksın. ortalamasını 9 saat alalım. uyku içinde 8 saat diyelim. ve modern dünyada şu vardır, herhangi bir yere gitmenin ortalaması 1 saattir, istanbulda 2-3 saatte işe giden ve bu sürede geri dönen insanlar da var elbette ama biz bunu 1 saat alalım. 1 saat git, 1 saat dön; 2. 9+8+2=19 saat. kaldı mı 5 saat. fakat bu 5 saatin içinde sadece sevişmek ve kaşınmak yok; medeniyet sana güler böyle şey dersen. alışveriş yapmak, kitap okumak, film izlemek, internete takılmak, mailini kontrol etmek, sosyalleşmek, sevişmek, faturaları yatırmak, televizyona bakmak, oyun oynamak ve daha bir sürü sairin olduğun bir dünyadasın ve hepsine vakit ayırman gerekiyor bu 5 saatte. ve şöyle bir handikapın da var, o kadar kolay sevişilmiyor artık, o 5 saatte mesai saatlerin dışında yaptıkların, oluşturduğun kimliğin ve mesai saatleri içinde yarattığın makamlarına göre kolaylaşıyor ya da zorlaşıyor sevişmek. oysa medeniyetsizlikte öyle mi, çatır çatır. yani o 5 saatin 4.30 saatini yapacağın şeyleri planlamaya ve sıraya koymaya çalışıyorsun, sonra bakıyorsun ki 30 dakikan kalmış, oturyon oturduğun yerde. yine de hesap kitap yapalım, yarım kalmasın. 5x30(gün)x12(ay)x30(yıl)=54,000 saat. belki haftada bir-iki olan tatil saatlerini, okul zamanı oluşan tatilleri dahil etmedik ama burada 56bin küsür saatlik farktan bahsediyoruz ve bu farkı 30 sene yaşayan adam yapıyor. ayrıca erkeklerin askerlik belasını da unutmadım da neyse, hesap kitap kimseyi kurtaramaz artık.

dicek başka söze gerek yok, 'medeniyetinizi sikeyim ya.'


(bu yazı 14 eylül 2013'te yazılmış.)

Medeniyet Dediğin Tek Dişi Kalmış Canavar...

medeniyetin olmadığı, ortalama insan ömrünün 30 sene olduğu senelerdeki yaşam, ki nasıl bir yaşam olduğu konusunda da bir bilgim olmamakla birlikte, bugünkine kıyasla bana daha makul geliyor. 

ortalamayı baz alırsak, 30 senelik bir ömrün var diyelim. hadi abartmayalım gene yalnız değil, ufak komünal bir kabiledesin. tarım var, hayvancılık var; din yok, milliyetçilik yok; başka bir kabileyle karşı karşıya gelip savaşmadığın sürece doğa ana ve hastalıklar dışında bir tehlike yok, tıp da olmadığı için bu yetiyor zaten, 30 demeden gripten bile geberip gidiyon. ama mesai yok, metrobüs yok, elektrik, su, doğalgaz parası yok, tatile ormanlık sakin bir yere gitme derdi yok, zaten hep oradasın filan, kitap okumak yok, okul yok, film izlemek yok, ayol az sosyalleşelim derdi yok, evde tıkılı kaldık kaç gündür yok, yok oğlu yok yok. gün ışığına göre hayatını uyarladığını varsayarsak; akşam 9 gibi yatıp, 4 gibi kalkıyorsun. ömrün seks yapmak, yemek yemek ve oranı buranı kaşımaktan ibaret. (böceği, hayvanı, otu, toprağı kaşınmadan durulmaz zaten.) 7 saat uyuyorsun, 3 saat de tarım-hayvancılık için uğraştığını varsaysak 10 saat. kaşınmak ve sevişmek için 14 saatin var. 30 sene dedik ömre, ilk 10 yılı siktir edelim. sade 20 senede, sahip olduğun sana ait olan saat: 14x30(gün)x12(ay)x20(yıl)=100,800 saat.

insani dehanın devreye girmediği bir medeniyetsizlikte sevişmek ve kaşınmak için tam tamına 100,800 saatin var ve sadece 30 yaşında ölüyorsun.

şimdi insani dehanın devreye girdiği, muhteşem medeniyetimizden bahsedelim. 70 sene ortalama ömür diyelim. bir kere son 10 seneyi ben direk atıyorum, titriye titriye yürüyen, günde 28 ilaç içen, yağlı, tuzlu, şekerli yemesi yasak, alkollü, asitli içmesi yasak olan, ayda bir belki iki hastaneye giden ve böyle süregiden bir 10 seneden bahsediyoruz şurda. direk çıkarıyorum bu 10 seneyi. tıpın geldiği nokta bu, ölmüyorsun ama yaşamıyorsun da. hayatın en güzel seneleri diyebileceğimiz 25 yaş'a kadar 10 saat uyku, 8 saat okul şeklinde bir mesai uyguluyor muyuz? evet. sırf bu bile medeniyetsiz yaşamı tercih etmek için yeterli, en güzel yıllarımı çaldınız lan diye bağırman mı milli eğitim bakanlığına şimdi, neyse... ilk 10 seneyi saymıyoruz elbette. kaldı mı elimizde 50 sene. emeklilik yaşı artık 65 eşiğine geldiği için, boş kalacak bir günümüz bile yok, bunu da hatırlamakta fayda var. şimdi ordan burdan çalmaya gerek yok, okul süresince okula, okul biter bitmez ise iş hayatında günde 8-10 saat mesai yapıyorsun. ölene kadar da yapıcaksın. ortalamasını 9 saat alalım. uyku içinde 8 saat diyelim. ve modern dünyada şu vardır, herhangi bir yere gitmenin ortalaması 1 saattir, istanbulda 2-3 saatte işe giden ve bu sürede geri dönen insanlar da var elbette ama biz bunu 1 saat alalım. 1 saat git, 1 saat dön; 2. 9+8+2=19 saat. kaldı mı 5 saat. fakat bu 5 saatin içinde sadece sevişmek ve kaşınmak yok; medeniyet sana güler böyle şey dersen. alışveriş yapmak, kitap okumak, film izlemek, internete takılmak, mailini kontrol etmek, sosyalleşmek, sevişmek, faturaları yatırmak, televizyona bakmak, oyun oynamak ve daha bir sürü sairin olduğun bir dünyadasın ve hepsine vakit ayırman gerekiyor bu 5 saatte. ve şöyle bir handikapın da var, o kadar kolay sevişilmiyor artık, o 5 saatte mesai saatlerin dışında yaptıkların, oluşturduğun kimliğin ve mesai saatleri içinde yarattığın makamlarına göre kolaylaşıyor ya da zorlaşıyor sevişmek. oysa medeniyetsizlikte öyle mi, çatır çatır. yani o 5 saatin 4.30 saatini yapacağın şeyleri planlamaya ve sıraya koymaya çalışıyorsun, sonra bakıyorsun ki 30 dakikan kalmış, oturyon oturduğun yerde. yine de hesap kitap yapalım, yarım kalmasın. 5x30(gün)x12(ay)x30(yıl)=54,000 saat. belki haftada bir-iki olan tatil saatlerini, okul zamanı oluşan tatilleri dahil etmedik ama burada 56bin küsür saatlik farktan bahsediyoruz ve bu farkı 30 sene yaşayan adam yapıyor. ayrıca erkeklerin askerlik belasını da unutmadım da neyse, hesap kitap kimseyi kurtaramaz artık.

dicek başka söze gerek yok, 'medeniyetinizi sikeyim ya.'


(bu yazı 3 eylül 2013 tarihinde yazılmış.)

Toplumların Değişmesi ve Değişebilirliği...

toplum normlarını değiştiren, özgürlük konusunda gelişmelere yol açan şeylerin büyük bir bölümü skandallar sayesinde olur, absürd ve kişiyi küçük düşüren hadiseler sonrası olur, şaşırtıcı ya da olağandışı davranışlarla olur, çoğu zaman kişinin canına mal olan göze almalarla olur vs...

mesela az önce izlediğim videoda yurt dışında kadının biri evleneceği gün düğün müziği olarak 'hey crazy bitch' adlı bir şarkıyı seçmişti ve dans ede ede damadın yanına ilerliyordu şarkı boyunca, sonra damatla beraber dans etmeye devam ettiler falan. şimdi bu absürd hadise bir iki tekrardan sonra sıradanlaşacaktır. ilk izlediğinde 'bunları deli mi sikmiş amk!' tepkisini gösterdiğin bir hadise, belli bir zaman sonra fark edemeyeceğin kadar sıradanlaşacaktır, sıradanlaşabilir. bu basit ve absürd olay, matah gibi gözükmese de; düğünlerdeki -varsa- o ciddiyeti bitirecektir, prosedürleri yıkacaktır, daha samimileştirecektir, şarkının içinde küfür geçmesi o küfrü konuşma dili içersinde normal bir konuma getirecektir, şarkının renkliliği, bu tarzın, bu tarz şarkıların, bu tarz küfürlerin dinlenilebilir olmasını sağlayacaktır vs... bu sadece bir örnek.

bir alışveriş merkezinde kasiyer'in transeksüel olduğunu gördüğünüz vakit şaşıracaksınızdır, hatta bunun haber niteliği bile vardır. ama bu ilk adım, devamını getirdiği vakit, bu sıradanlaşacaktır, normalleşecektir. basit bir hadise gibi görünse de; lgbtt'lerin toplumla içiçe yaşayabilmesi açısından müthiş bir adım olacaktır, bununla beraber iş alanı olmadığından fuhuşa zorlanan bu insanlar, bu vesileyle bu kanalı da bırakacak ve böyle bir sektörün de bitmesi için bir adım atılmış olacaktır, onların da insan olduğunu fark edeceğizdir, kıyafetleri, makyajları, konuşmaları garip gelmeyecektir vs... bu sadece bir örnek.

başbakan'ın bir televizyon programına kot pantolon ve spor bir gömlekle katılmasını düşünün, bir bakanın korumasız gezdiğini, bir milletvekilinin sevgilisiyle parkta öpüştüğünü düşünün. bunlar sadece kişilerin karakterinde kalmayan örnekler olur, yeter ki bu örnekler belli süre zarfında örneklerini, özentilerini çoğaltsın, yararları çok büyük olur. sadece kişiler değil, toplum normları da değişir, tabular da yıkılır, sınırlar da kalkar, neler olur neler. ve bunlar sadece birer örnek.

bu hadiseler yaşandığı an itibariyle; skandal, rezillik, utanmazlık, yakışık almaz olarak adlandırılacaktır ama gün geçecek ve gayet sıradan, ne var bunda canım'laşacak şeyler olacaklardır. sıkıntı da burada, kendi normlarıyla; toplum normlarına karşı gelecek kaç tane cengaver var ki saysan. saysan sayaman amk, beni sayma şimdi başım derde girmesin derler.

kürtler, tek dil, tek din, tek ırk, tek renk normlarını on yıllardır zorlayarak kendi normlarını kabul ettirmeye başladı ve bu inşaaya devam da ediyorlar, ne güzel.

lgbttler de çok çabalıyor ama işleri elbette ki çok zor, bunun için lgbtt olmayanlara daha fazla ihtiyaç var elbette ama o cengaverler ortada yoklar ne yazık ki.

darısı gelenek görenek adı altında yapılan kepazeliklerin, darısı homofobi ve cinsiyetçiliğin, darısı inanç özgürlüklerinin, darısı sınıf ayrımlarının, darısı titr ve makamın getirdiği sahte saygının da başına...


(bu yazı 1 eylül 2013'te yazılmış.)

Siyasette Ağlama Politikası...

başbakanın, mısır/suriye için gözyaşı dökmesini, ciddiden ağlamasını temel alıp bir şeyler anlatmak istiyorum. politika, savaş, eğitim, ekonomi, uluslararası strateji, çıkar, yüz milyonlarca insanın hayatı vs...'yi ilgilendiren bir konuyu 'göz yaşı' çerçevesinde açıklayamazsınız; bu demogojiden başka bir şey değildir, bunu da bir talk show'da yapmıyorsunuzdur. başbakana cazı koyduk mu? koyduk. bu önemli mi? hayır, bu anlatmak istediğim değildi...

anlatmak istediğim; gezi şehitleri, terör şehitleri, kayıplar, lgbttler ve hakkını savunmak istediğimiz herhangi bir kişi, örgüt, kuruma karşı bizim de 'göz yaşı' edebiyatının dışına çıkamayışımız. zaten sokağa çıkıp kitlesel hatta küresel bir eylemi kotarmanın ötesine gidemeyiş de bu apolitik duygusallığın getirisi olarak midemize oturdu. hiçbir açıklamamız yok, hiçbir düşüncemiz yok, yarın napabiliriz, şuan napıyoruz, bir kalabalık ne yapabilir, taş atmak nedir, atmamak nasıl bir tavır, polis kimdir, valinin görevi nedir, avukat napar, bunun tarihte karşılığı nedir, nereye gider, nerede kalır, terör müdür, devrim midir, eşcinseller kimdir, nerden çıkmıştır bu, pkk kimdir, askerlerin ölmesi nasıl açıklanır, askere neden gidilir, pkk asker midir, suriye'de ne oluyor, mısır'da ne oluyor, dünya sana ne oluyor?

yok, hiçbir şey yok.

ethem sarısülük fotoğrafını profil resmi yapanlar bir yere.
rabia selamı verenler köşesini bulsun.
eşcinseller siz de ayrı bir yerde durun.
milliyetçiler ve kürtler siz de konuşlanın.
kemalistler siz de şuraya.
islamcılar sizin yeriniz ayrı.

şimdi hepiniz ağlayın amk, en çok hanginiz ağlarsa o daha haklı.

not: lgbtt'leri ayrı tutabilirdim aslında, en bilinçi duruşu onlar sergiliyorlar esasen ama, adları da geçsin, geçmeli, o nedenle dursun.


(bu yazı 31 ağustos 2013'te yazılmış.)

Tayyip Erdoğan'cılık...

geçen hafta anama söven adam, bu hafta gelip anama selam söyleyip, ellerinden öpüyorsa; bu adam düzeldi mi lan acaba demem, ne çıkarı var lan bu şerefsizin derim. düzelişler vahiyle, ışığı görmekle, çarpılmakla olmaz çünkü, bilirim. eğitimle, disiplinle olur, hiçbiriyle olmazsa zamanla olur; bunun dışındaki davranış değişikliklerine kısaca çakallık deyip geçebiliriz.

bu kısa önbilgiden sonra, ne desem diyeyim akp'yi çakallıktan kurtaramam. zaten politika bunun üzerine kurulmuştur, machiavelli bu yüzden büyük bir siyasetçidir filan.

roboski'yi, reyhanlı'yı, gezi'yi, rojova'yı ... ... ... görmeyen bir partinin, mısır'ı ve suriye'yi görmesini elbette vicdanla, insanlıkla, şerefle açıklayamam; çıkarla, çakallıkla, politikayla açıklarım. ve dediğim gibi buna çok kızmam da, politika dediğimiz şey biraz da budur çünkü. yurt dışındaki politikacılardan çok sık istifa haberleri duyup; türkiye'de eşine rastlamayışımızın sebebi de budur. politikanın meşruiyeti, insanların vicdanının, insanlığının, şerefinin önüne geçmeyen yerlerde duyulur bu istifalar sadece, mevzu bu kadar basit esasen.

akp çığırtkanlarının cümleleri şunlar artık,
'gezi de ortalığı yakanlar, mısır'daki insanlık suçuna nasıl sessiz kalıyor!'
'rojova'yı görenler, suriye'deki çocuk katliamlarını nasıl görmüyor!'
başka cümleleri yok, ağızlarından başka şey çıkmıyor hiçbirinin. bu cümleler şunu gösteriyor esasen, onlar da gezi ve rojova'da bir zulüm olduğunun farkındalar ve ses çıkarmadıklarını biliyorlar. yani biz orospu çocukluğunu yaptık ama, bakıyoruz da sizin de bizden aşağı kalır yanınız yok, siz de bizim gibi orospu çocuğusunuz demeye çalışıyorlar...

hayır kardeşim değiliz, vicdanımız, insanlığımız, şerefimiz şükür ki, tayyip erdoğan sağduyusuna göre harekete geçmiyor. tayyip erdoğan sisi'ye hak verseydi, hepimiz biliyoruz ki, bu medya, gezi'de davrandığı gibi davranır, mısır'daki direnişçilerin kahire belediye otobüsünü nasıl da yaktığını, askere nasıl da molotof attığını yayınlar dururdu. ortada rabia işaretini cesurca yapanlar da gene aynı medya tarafından linç edilirdi elbette. ortada insana yapılan zulüm, şiddet, katliam varsa zaten, vicdanlı bir insanın ağzından iki katliamı karşılaştırma fikri çıkmaz, ikisine de sahip çıkar. bütün katliamların, zulümlerin karşısında duracak sağduyumuz var şükürler olsun.

ben bir gezici, ben bir rojovacı, ben bir mısır direnişçisi, ben bir sisi düşmanı değil, insanım. ve ancak bu sayede aynı zamanda hepsi için de var olabilirim. siz de akpliliğinizi, geziciliğinizi, atatürkçülüğünüzü ya da müslümanlığınızı bir köşeye bırakıp, insan olmaya bakın. çünkü o'cu, bu'cu ola ola, insan olmayı unuttunuz amk.


(bu yazı 22 ağustos 2013 tarihinde yazılmış.)

Dış Görünüşe Göre Yaşamak, Yaşatmak...

kendini dış görünüşüyle tamamen ifade eden ve bu özgüveni taşıyan insanlar bizi rahatsız eder.

bir travestinin, absürd giyimi, ses tonu, ojesi, takısının haricinde korkmadan sokakta yürümesi, görenleri rahatsız eder, onun hakkında kötü düşünürler, bir çoğu ne işi var bunun der, utanmıyor mu derler, aaa şu hale bak derler.

saçı sakalı salmış, kefen gibi beyaz bir elbiseyle gezen, başında beyaz takkeli, elinde tespihiyle sokakta gezen dindar insan da bizi rahatsız eder, onunla yanyana yürümeyiz mesela, öncelik filan veririz, sağa sola yöneliriz. bu dindarın yahudi tiplisi ya da hristiyanı da fark etmez, tamamından kesinlikle rahatsız oluruz.

aşırı transparan giyinmiş bir kadından da, aşırı transparan giyinmiş bir erkekten de rahatsız oluruz.

polat alemdar kılıklı, elinde tespihli, milliyetçi bıyığıyla gezinen adamdan da rahatsız oluruz.

tabi onlardan birisi değilsek. bir eşcinsel isek, önümüzden bir travestinin geçmesi bize sadece güç verir. gizli gizli salavat çekerken önümüzden takkeli bir adam geçse içimiz ısınır.

bi de şu var, salavat getirirken, önümüzden bir trans birey geçse ne olur?
işte takıldığımız nokta burada.
doğrular konusunda o kadar sabit fikirli, kendi duvarları arasında kalmış insanlarız ki; basit manada cehalet sarmış dört bir yanımızı.

şu bir gerçek ki dünyadaki hiçbir renk, hiçbir dil, hiçbir ırk, hiçbir yönelim, hiçbir ifade, hiçbir resim, hiçbir sanat: diğerlerini yanlış yapacak doğrulukta değildir; böyle bir doğruluk mümkün de değildir. bu nedenle sahip olduğun şeyler doğrultusunda, bunlara sahip olmayanların senden bu doğrultuda ne eksiği vardır ne de fazlası.

kendini dış görünüşüyle tamamen ifade eden ve bu özgüveni taşıyan insanlar bizi neden rahatsız ediyor söyleyeyim mi?
çünkü onlar bizim gibi değiller ve bundan utanmıyorlar. yani bizim gibi olmamak diye bir şey de var ve biz bunu kabullenemiyoruz.
hayır diyoruz, bizim gibi olmak zorundalar! olamıyorlarsa bundan utanmalılar, hatta onları öldürmediğimiz için bize şükretmeliler.

ama sike sike, evet yanlış duymadınız sike sike kabulleniceğiz bunu. çünkü hiçbir insan, başka bir insanın hayatını nasıl, ne şekilde, ne sıfatta, ne görüntüde yaşayacağına karar verme hakkına sahip değil. olamaz. olamayacak.


(bu yazı 21 ağustos 2013'te yazılmış.)

Başbakan'ın Babamız Olması...

en ufak bir eyleme, protestoya, greve anında bir müdahale geliyor artık. esasen cümlemi düzelteyim, hükümete karşı yapılan en ufak bir eyleme, protestoya... hükümetin sesiyle yapılan eylemler zaten manşetleri ve ana haber bültenlerini süslüyor; demokrasi örneği olarak. en basiti 2 gün önceye git; çarşı'nın hükümeti eleştiren sloganları sonucu 'siyasi söylem yasaktır' diye yayının sesinin kısılmasını ve emre belözoğlu'nun rabia işareti yapmasını 'siyasi söylem' olarak kabul etmeyip, tekrar tekrar yayınlamasını bir düşün. -ortalama bir gerizekalı, buradan çok rahatlıkla 'ne yani mısır'dakilere destek verilmesi yanlış mı sence?' anlamını çıkarır ve sorar, ben ona demek istediğimi anlatana kadar konu karl marx'a bile gelir, o nedenle bu açıklamayı yersiz bulup, yer vermiyor, devam ediyorum.-

size bunlarla gelmeyeceğim, sadece yakını olduğum akpli insanların fikirleriyle çok oynadım, onları çok denedim ve ulaştığım sonucu paylaşmak istiyorum ve bunu anlatmadan önce yukarıdaki önbilginin işimi kolaylaştıracağını düşündüm.
ortada şöyle bir gerçek var, akp çok yanlış yapıyor, yaptı; başbakan çok yanlış yaptı, yapıyor... bunu biz zaten biliyorduk ama akp'liler de artık bir çok yerden yakaladı bunu, farkındalar. ama...

mesela gezi konusunu açın ve tartışın, size önce onlar da taş atmasaydı ile gelirler, sonra camide içki derler, sonra türbanlıya saldırmışlar derler ve tükenir pilleri... ama siz dalgalanırsınız, çünkü konu gezi'ye geldi mi susma imkanı yoktur. zulüm, zulüm, zulüm, zulüm, anlattıkça bitiremezsin bu vicdansızlığı... sonra onlarda der ki, evet orası biraz şey olmuş; evet orada biraz fazla olmuş; evet orada bazı yanlışlar var... derler bunu. ama...

demek istediğim şeye geleyim, bunu derler, hak verirler, fakat kaldıkları nokta aynı olur. çünkü şöyle bir sahiplenme içindeler, babanız size vurabilir di mi? sebepli ya da sebepsiz, bir baba evladına rahatlıkla tokadı yapıştırabilir. bulunduğumuz toplumda rahatlıka %95 bunu anlayabilir ve kabullenebilir diyebilir miyiz? bence deriz. babam bana istediği gibi tokat atabilir ve benim bunu sineye çekmem gerekir. anladınız değil mi az çok, demek istediğim noktayı.

kabullenişleri, yukarıda örneğini verdiğim baba-evlat metaforuyla aynı. isyanın hiçbir türlüsünü kabul etmiyorlar; çünkü, 'olsun babadır o, ne yaparsa yapsın babadır, karşı gelinmez.' kabullenişi içindeler.

çünkü bizim toplumda 'baba' figürü sevginin, ailenin, mutluluğun ifadesi olamamıştır hiçbir zaman. 'baba' basit manada parayı getirendir. baba'nın görevi budur. baba parayı getirir, yani sizi doyurur, yani sizi giydirir, yani size yatacak yer verir. özgürlük, mutluluk, sevgi, gelecek, aile, dostluk, arkadaşlık... başlatma dostluğuna lan işi başından aşkın zaten, bi de senle mi uğraşsın, bi de gidip senin isyanını eylemini mi çeksin, otur oturduğun yere kırtdırtma bacaklarını ha, hak ettin sen de, ne isyanıymış bu, babaya isyan olmaz oğlum, babadır o, ayıp olur mu, yanlış da yapsa babadır...

VAY BABAYIN KEMİĞİNE... diye bir küfür vardı di mi ya?


(bu yazı 20 ağustos 2013'te yazılmış...)

Marjinalliğin Sıradanlaşması...

stereotipleşmek, -yada prototip daha mı uygun- benim hep kaçındığım bir haldir. marjinal mi olmak istiyorsun? diye kızarsanız, evet derim, iki seçenek varsa eğer, marjinal olmak bana daha uygun geliyor. tip kelimesi zaten karakterle çeliştiğinden bu görüntü beni rahatsız ediyor...
şu mesela:
en sevdiğim dizi leyla ile mecnun ve behzat ç. en sevdiğim film v for vendetta ve into the wild, en sevdiğim cümle kalk bi çay demle, bi çay olsa da içsek, ben çayın altını yakayım, internette en severek takıldığım yer tumblr, orada en çok kahve muglı fotoğrafları beğenmeyi ve paylaşmayı severim, köşecilerden ece temelkuran'ı çok severim, yazarlardan hakan günday ve murat menteş için ölürüm, geceye ve rakıya övgüler düzmeyi severim, turgut uyar şiirleri paylaşırım, sormanıza gerek yok anti tayyipçiyim, allah onun belasını versin, allah'a inanıyorum ama müslümanlar çok sucks, atatürk'ün imzası bile güzel, dövmeli kızlar harika... bu uzar da gider esasen.

bu yazıyı böyle bıraksam çok kişi beğenecektir, çünkü ortada bariz bir laf sokma var ve bu bilerinin dili olmak hatırı sayesinde çok tebriğe vesile olacaktır. ama demek istediklerim bununla sınırlı değil.

şunu demek istiyorum, yukarıda yazdığım tipe uyan insanlar öcü de değil, salak da değil, büyük yanlışlarda da değil. -öcü de ,salak da, yanlış yolda da olabilir, ama bu dediklerim doğrultusunda bu şekilde yargılanması mümkün olmaz demek istiyorum.- benim takıldığım nokta kendini bu şekilde tanımlamak ya da sınırlamakla alakalı. o sınıfa dahil olma isteği, onlardan biri olma hevesi neden bu kadar barizleşiyor ya da bunu bir siper gibi neden bu kadar kolay sahipleniyor insanlar anlamış değilim. anlamadığım bu, söylemek istediğim bu, takıldığım nokta bu.

sen bir filmin, bir kişinin, bir ifadenin arkasında bu kadar durmayı neden seviyorsun acaba? bu kadar çapsız olma kıyafetini nasıl keyifle giyebiliyorsun? neden bu kadarım deme isteği içindesin?

işin komik tarafı, bu yukarıda bahsettiğim tipe, bugüne kadar herkes marjinal derdi, oysa bizzat gençlik üzerine yapılan genelleme de tanımı yapılacak bir normalliğe ulaştı kalabalıkları. şimdilerde okula gitmek, sigara kullanmamak, futbol oynamak, çekirdek çitlemek filan marjinal bir kimlik kazandırır kimselere. arasan bulamazsın keza.


(bu yazı 19 ağustos 2013'te yazılmış...)

Sayıca Çoğalmış Olmak, Çoğunluk Olmak Değildir...

herhangi bir sohbet esnasında, konuya göre o anda söylediğim cümleler, o anda uydurmuş olduğum fikirlerim olabiliyor. ve ağzımdan çıktıktan sonra, üzerine düşünme şansı yakaladığım bu cümlelerden çok nadiren pişman oluyorum, şu ana kadar memnunum bu boş boğazlığımdan bir nevi...

yine konu gezi parkı olayları üzerinde seyrederken; çoğunluk, o kadar insanın sokağa inmesi, akp'nin oy kaybetmesi konu başlıkları altında şöyle bir şey söylemiştim:

lisede okul takımı maçlarında tribünde ortalama 20 kişi olur, çoğumuzun ailesi bile gelmez zaten maçlara ve 3-5 öğretmen ve 1-2 tanıdıktan öteye gitmez tribün kalabalığı. ama bazen mesela sahaya bir çıkardık, tribünde yüzlerce insan olurdu, bu bizi garip bir sevince gark ederdi, oradaki kalabalığın orada olma sebebi bizim maçtan sonraki büyük maçın olup olmamasının bir değeri yok, sadece tribündeki bu kalabalık, bizim kendimizi önemli hissetmemizi sağlardı. ama her halükarda şu bir gerçekti ki 100 kişi de olsa, görece çok az bir rakamdı bu da. tek özelliği 20 kişinin yanında epey bir çok gözükmesiydi, o kadar.

gezi parkı olaylarını da bu üstteki paragraf üzerinden yorumlayabiliriz diye düşünüyorum. gerçekten sokaklara döküldü insanlar, gerçekten iyi bir çoğunluk sağlandı ama bunun en büyük göstergesi, bunun benzeri olan eylemlere katılım sayısının azlığıydı. binler belki onbinlerin olduğu eylemlere olan katılım sayısının yüzbinlere çıkması, bizde lisedeki tribün illüzyonu etkisi yarattı. güzel olan tek kısmı, bu illüzyondaki kalabalığın gerekçesi bir sonraki büyük maç değil, bizzat eylemin kendisiydi.

ama; akp mahvoldu, bütün halk sokaklardaydı, devrim geliyor, YAŞASIN CHE GUEVARA! türü alıp başını giden türküler, seçim sonuçları sonrası 'gene kim verdi lan bu partiye oy?' şaşkolozluğuna getirmesin kimseleri.

güzel şeyler oldu, olmaya da devam edecek... ama be realistic be kardeşim.


(bu yazı 11 ağustos 2013 tarihinde yazılmış.)