20 Aralık 2014 Cumartesi

Şarabın uzun tarihinin kısa (biraz uzun) bir anlatısı (Bölüm 2)

İlk yazıda genel olarak toplumun şaraba bakış açısıyla konuya girip, basit bir kaç paragrafla şarabın nasıl yapıldığından bahsetmiştim. Şimdi biraz tarihinden ve bunun sonucu olarak yerleşim yerlerinden bahsederek devam etmek istiyorum.

Şarap da, bira gibi Mezopotamya dediğimiz, kısmen Anadolu topraklarında ortaya çıkmış bir içkidir. Nasıl bulunduğu, bira ile benzerlik gösteriyor elbette, başı boş her şekerin ensesine binen mayalar bir ürünü alkollü ve karbondioksitli hale getirirler, bunu artık biliyoruz. Haliyle başıboş kalmış bir salkım üzümdeki tat değişikliğinin sonucudur bir nevi çağımızın şarap endüstrisi. Biradan sonra bulunmuş olsa da, aralarında uzun yıllar geçtiği söylenemez. Konar-göçerliğin bitmesini sağlayan şey, tarımdı. Tarım yerleşikliği, yerleşiklik şehirleşmeyi, şehirleşme medeniyeti doğurdu denebilir; derinlemesine girmeden yüzeysel bir anlatımla. Haliyle şarap, bira bir nevi medeniyetin içkileridir. Lakin şarap, biradan bir adım önde kalır bu konuda, keza bir bağın bakımı, tarladan hem iklimsel, hem doğal sebeplerden daha zordur. Zaten tarih de bunu doğruluyor; şarap kralların içkisi olarak ün yaparken, halk bira içerdi diyor yazılı kaynaklar da...
Haliyle şarabın ana vatanının Fransa olması kimseyi yanıltmıyordur. Medeniyet ve kültür tesadüf değildir. Bunun devamında üzüm sıcağı sever, ılıktan da hoşlanır; haliyle bir şarapevi, bir üzüm bağının bulunduğu mevki yüksek ihtimalle yeryüzündeki cennetlerin karşılığıdır aynı zamanda. Bunca boş konuşmadan sonra, biraz bilgi paylaşarak yazıyı gerekli kılmaya çalışayım en iyisi:

Bir şişe şarabı elinize aldığınız zaman, etiketinin onun kimliği olduğunu anlarsınız. Bir çok ürünün etiketi sadece son kullanma tarihi için gerekliyken, konu şarap olunca bu etiket kimlikten de öte bir biyografidir de denebilir. Etiketin üstünde yazan marka dışında da yazan hiçbir şeye anlam veremez şaraptan anlamayan bir kişi. Hatta kırmızı mı, beyaz mı olduğunu bile anlayamaz çoğu zaman keza bu bilgi etiketin en altında ufacık puntolarla yazılmaktadır. Bunlar bilmeyen için geçerli bilgiler elbette, şimdi bir şarap reyonunda gezinirken, şarapların etiketlerinin size neler söyleyebileceğinden biraz bahsedeyim...

Öncelikle markanın hemen altında ve en az marka kadar büyük puntolarla yazılmış absürd gelen kelimeleri eminim hepiniz görüyorsunuzdur. 'Sauvignon Blanc, Pinot Noir, Öküzgözü, Papaz Karası, Kalecik Karası, Syrah, Cabarnet Sauvignon, Gewurztraminer, vs...' İşte bu okuduğunuz kelimelerin her biri bir üzüm türünü ifade eder aslında. Washington Portakal, Papaz Erik, Granny Smith Elma vs... gibi totalde basit bir sınıflama, ama bunu bizimle kimse paylaşmadığı için çok anlamsız gözüküyor bilmeyince. Granny Smith Elma ile Golden Elma arasındaki lezzet farkını gayet iyi bilir çünkü tüketici, kültür olarak üzümden şarap yerine sirke yapmayı tercih eden muhafazakar topraklarda yaşadığımızdan bu kültürü sahiplenememek de bu durumun en makul etkilerinden tabii olarak. Bazı üzümler daha şekerli, bazıları kalın kabuklu, bazıları bol çekirdekli, bazıları ekşi, bazıları sulu, bazıları vs... vs... haliyle her türün şarabının da kendine göre bir lezzet farkı oluyor. Yani bir şeye kırmızı şarap deyip geçemezsiniz, bir şeye tantuni deyip geçemediğiniz gibi, en basitinden tavuklu mu,etli mi? diye ayırabileceğimiz bu denklem, uzattıkça ve derine indikçe; eti biftek mi, el kıyması mı, hayvanın neresi, baharatlanmış mı, marine mi edilmiş, herhangi bir infüzyona maruz kalmış mı? şeklinde sürüp gitmeye devam edecektir. Bunların tamamı bilgi ve öğrenmek isteyene sınır yok, aynı şekilde bunların hepsi lezzet ve damak duyusu lezzeti, burun duyusu kokuyu alma konusunda sonsuza kadar açlık hissi duyar ve bu açlığı geliştirmek sadece sizin elinizdedir. Günde 20 şınav çekmeye başlayan ve bunu süreklilendiren bir insan, aylar sonra hem 50 şınavı zorlanmadan çekmeye devam edecektir, hem de bunun karşılığını atletik bir vücutla almaya başlayacaktır. Aynı şekilde her şarabın aynı geldiği inancıyla yola çıkıp, sürekli yeni şaraplarla ağız tadını ve burun duyusunu teste sokan bir kişi de, aylar sonra gittiği bir restoran önüne gelen bir kadeh şarabı yudumladıktan sonra, 'Özür dilerim bir yanlışlık olmuş olmalı, ben Merlot istememiştim...' diyebilir. (Hadi şunu aylar değil de yıllar yapalım :D)

Ortalama bir şarapsever Cabarnet Sauvignon'un, Merlot'un, Syrah'ın, Malbec'in, Pinot Noir'in, Öküzgözü'nün, Boğazkere'nin, Kalecik Karası'nın, Tempranillo'nun kırmızı şarap üzümü, Chardonnay'in, Sauvignon Blanc'in, Sultaniye'nin, Emir'in, Riesling'in beyaz şarap üzümü olduğunu bilir.   (Yanınızda bir arkadaşınız varken reyonda artistlik yapabileceğiniz bir detay verdim şuan. :D)
Nasıl Anamur'un muzu, Amasya'nın elması, Malatya'nın kayısısı meşhursa, şarap bölgelerinin de meşhur üzüm türleri vardır. Türkiye'de başı Elazığ bölgesi'nde yetişen Öküzgözü ve Diyarbakır bölgesi'nde yetişen Boğazkere çeker.  Cabarnet Sauvignon, Merlot gibi en bilindik üzüm türlerinin anavatanının Fransa olması, elbette kimseyi şaşırtmıyordur okuyunca. Zinfandel Amerika'nın, Tempranillo İspanya'nın, Syrah -Fransa'dan çıkmış olsa da üretim yaygınlığı dolayısıyla- Avustralya'nın, Sangiovese İtalya'nın kutsal kırmızı şarap üzüm türleri olarak söylenebilir.  Viognier -Fransa'dan çıkmış olsa da üretim yaygınlığı nedeniyle- Güney Afrika ve Arjantin'in, Riesling Almanya'nın, Chardonnay ve Sauvignon Blanc yine Fransa'nın ve Pinot Grigio da İtalya'nın kutsal beyaz şarap üzüm türleri olarak söylenebilir. (Hava atma bilgileri bunlar hep., aklınızda olsun bak. :D)
Etiketten devam edelim... Her şarabın şişesinde belirtilen bir yılı mutlaka olur. Bunlara rekolte de denir, üzümlerin toplandığı yılı belirtmesi açısından. Ama rekoltesi 2011 olan bir şarabın, şişeleme tarihi 2013 olarak da gözükebilir. Bu, şarabın dinlendirildiği, fıçıda bekletildiği manalarını doğurur. Bölge olayına gelmeden önce, sek, yarı sek, tatlı olayını da anlatayım sonrasında, şarabın bölgesi olayıyla ilgili kritik bir bilgiden bahsedeceğim.
Üzüm suyunun nasıl şaraba dönüştüğünü artık hepimiz biliyoruz. Şeker mayalanarak alkole dönüşüyordu, peki ben şarabın içindeki bütün şeker mayalanmadan, mayalanmayı yarıda kesersem ne olur? Şekerin bir bölümü şarabın içinde kalmaz mı? Bu da şarabımı şekerli kılmaz mı? İşte yarı sek şaraplarımız bu şekilde ortaya çıkıyorlar. Bu arada sek dediğimiz kelime 'tatlı'nın zıttı olarak kullanılıyor, uluslararası literatür buna 'dry' diyor. dry da, sek de herhalde tam olarak meramını anlatma konusunda sıkıntılı bizim dilimizde ama 'tatlı olmayan' manasına geldiğini bilin. Peki yarı tatlı böyle, tatlı şarap nasıl oluyor o halde? Şimdi öncelikle üzümlerin olgunlaştıkça şekerleneceğini, tatlılaşacağını hepimiz tahmin ediyoruzdur. Haliyle tatlı şarap için fermanteyi yarıda kesme fikri bizi istediğimiz oranı yakalamak konusunda bizi başarısız kılar, yani olabildiğince şeker oranı yüksek, olgunlaşmış üzüm kullanmalıyım ki maya, üzümdeki şekeri yiyemesin bile çatlasın tabiri caizse ki tatlı şarabı elde edeyim. Dışarıdan şeker eklemek de ihtimaller dahilinde elbette ama yöntem olarak olgunlaşmış ve mayanın bitiremeyeceği kadar şeker oranı yüksek üzüm türü kullanılır. Bununla birlikte sek-dry şarabı anlatmama bilmiyorum gerek var mı? Fermantasyonunu tamamlayabilmiş her şarap, sektir.

Şimdi gelelim bölge konusuna... Şarap, dünyaya bu kadar yayılmadan ve Fransa'nın tekelinde iken, üzüm türlerinden ziyade bölgeler ve yapıldığı yer yazılıyordu etiketlere. Haliyle bu bir nevi küreselleşmesine de ket vuruyordu şarabın. Bunu güdümleyen de Fransa'ydı. Bordeux, Alsace, Burgundy şaraplarını, sadece bölgesini belirterek söylüyor olmanın en büyük sebebi budur. Hatta bir şaraba Bordeux diyebilmek, üzüm türünü ve metodunu aynı şekilde uygulasan dahi, Bordeux bölgesinde yapmadığın sürece imkansızdır ve kabul görmez. Bunu sadece bunda da değil, sadece Champagne bölgesinde yapılan köpüklü şaraplara Champagne denilebilmesi, Cognag bölgesi dışında yapılan brandylere bu ismin verilememesi bunun en büyük örneklerinden. Hatta o kadar ki Fransız şarapları, üzüm türünü etikette belirtmeyi gerekli bile bulmaz idi, bunu değiştiren Amerika'lı tüketiciler oldu. Üstünde üzüm türü yazmayan şarapları ithal etmeyen Amerikan şarap endüstrisi, üzüm türünün etiketteki vazgeçilmezlerden olmasına büyük katkılar sağladı. Ayrıca Fransa'nın kurallarını umursamayıp, her köpüklü şaraba direkt olarak Champagne (şampanya)  demeye devam ettiler.  Ve bununla da yetinmeyip, şarap konusunda 'kör tadımlar' vesilesiyle Fransa'nın kartelini ellerinden alınmasına önayak oldular. Kör tadım, hangi tür-marka-bölge bilinmeden yapılan tadımlardır ve sadece içilene verilen oylamalarla senenin en iyileri seçilir. 30-40 yıl önce Fransız şarabının liderliği tartışılmaz ve ikinci olma yarışı sürerken, kör tadımlarda bir Güney Afrika şarabının da iyi olacağı, Şili şarabının lezzeti de tescillendi böylece. Dünya'nın her yerinde, iklimi uygun her bölgesinde lezzetli şarapların yapılabileceği Fransa'nın gözüne gözüne sokulmuş oldu.

Şampanya demişken, köpüklü şarapların da nasıl yapıldığından biraz bahsedeyim. Yine başa dönerek, maya şekeri yer, alkol ve karbondioksit açığa çıkar. İşte o patlama ve ortalığın köpüklenmesine sebep olan şey karbondioksittir. Lakin bu karbondioksidin lazım olduğu yer, şişenin içi; yani orada hapsetmeliyim ki gaz uçmasın. Demek ki bunun için yapmam gereken şey fermantasyonu şişenin içinde devam etmesini sağlamak. Her şey bu kadar açık, şarabın fermantasyonu şişede sürdürmesi ya da ikinci fermantasyonun şişenin içinde sağlanması olayı köpüklü şarabın oluşmasını sağlar. Dışarıdan karbondioksit ekleyerek de yapılır elbette ki bu da çok yaygın bir sistemdir, bunlara da 'suni köpüren şarap' adı verilir.
Çok uzattım bu yazıyı ama daha anlatacak çok şey var, Yeni Dünya ve Eski Dünya'dan, bunların ortaya çıkmalarını sağlayan etkilerinden, şarap degüstasyonundan, mantarlardan, içiş ritüelindeki detaylardan bahsedemedik bile. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere...

16 Aralık 2014 Salı

Şarabın uzun tarihinin kısa (biraz uzun) bir anlatısı

Şarabı anlatmaya başlamadan önce biraz benim, şarabı tanımadan, bilmeden önceki bakış açımdan bahsetmek istiyorum çünkü, bu yazıyı okuyacak ve şarap bilgisi olmayan hemen herkesle paralellik gösterdiğine eminim.

Romantik bir akşam yemeği, mum, güller, loş ışık ambiyansları hep şarapla birlikte sunulur. Zenginler hep şarap içer,  yazılı yayınların şaraba ayırdığı sayfalar hep ulaşılamayacak yükseklikte bir kültürü ifade ederiyormuş gibi anlatılır, açık arttırmalarda bilmem kaç yüz bin dolara bilmem kaç yıllık şaraplar alıcı bulur, şarabın sunumu, açılışı, servis edilişi, tadımı hep ritüel havasında geçer... vs... gibi gerçeklikler yanyana geldiği zaman insanın içinden 'hay sikeyim sizin şarabınızı ya!' diyesi geliyordur, esasen biraz gelmeli de...

Benim de geliyordu, garson-barmen olarak sektörün içinde olmama rağmen geliyordu, hala da geliyor esasen. Medyanın ve züppelerin şarabı, viski gibi halkın üzerinde konumlama çabaları yüzünden hep bir adım uzak kaldım şaraba, yaklaşmak için de adım atmak istemedim uzun bir süre. İlk gittiğim şarap kursunda da, eğitmenin tanışma amaçlı, 'Ne tür şaraplardan hoşlanırsınız?' sorusuna da 'Ben şarap sevmem!' demiştim hatta. Sevmiyorsan burda işin ne gibi bir durum değil bu; taşı oyan var, kibritten ev yapan var... aradığın sürece hayat sana zanaat bulma konusunda sınırsız ve elimizde bir ürün var 'üzüm'. Bundan sirke, reçel, marmelat ve binlerce ürün  yapılabiliyor ve şarap da yapılabiliyor, bunun içinde de bir emek var, bir erdem var, olmak zorunda... diye düşünerek gittim ilk kursa ve tek niyetim bu erdemin ve emeğin varlığını anlamaktı, şarap içmek, içmek istemek niyetiyle gitmemiştim asla. Kurs benim gözümü açmadı elbette, gelen herkes, eksiksiz herkes beyaz yakalı sektöründendi ve tek niyetleri iş yemeğinde menüden şarap seçerken 'bilgiçlik' taslayabilecekleri bir kaç detay öğrenmek istiyorlardı, yani yukarıda bahsettiğim züppeliği sürdürebilmekten başka bir istekleri yoktu. Kursla elbette sınırlı kalmadım, sınırlı da olsa bulduğum kitapları okudum, internette araştırdım, videolarını izledim, sürekli yeni şaraplar denedim ve şu an bulunduğum konumda şarap için şunu söyleyebilirim, 'Şarap da bir renktir ve kendi içinde gözle görülmesi zor olacak kadar büyük bir renk skalasına da sahiptir, hatta bu skala konusunda içkiler arasında en özeli ve zorlusudur.'  Kendinizi dünyanın renklerinden mahrum bırakmayın diyerek şarap dünyasına girelim artık...

Bira yazısını okuyanlar bilirler, -ki bu yazıyı da okuyacak kişiler, onlar olacaktır.- bira için, tahıl, su ve maya gibi basit bir reçete çıkarmıştık. Uygun ortamı bulan maya, tahılın içindeki şekeri yiyerek, karbondioksit ve alkol ortaya çıkarıyordu. Şarapta da bu durum aynen devam ediyor, üzüm kendi başına, başıboş bırakılırsa maya onu bulacak ve üzümün içindeki şekeri yiyerek karbondioksit ve alkole dönüştürecektir ve biz de buna şarap diyeceğizdir. Ve konudan bağımsız ama çok eğlenceli bir bilgi olacağını düşündüğümden şunu da ekleyeyim istiyorum; üzümü mayayla başbaşa bıraktık ve zamanla karşımıza %15'e kadar çıkabilecek bir alkol oranlı likit çıktı, işte buna şarap diyoruz. -Yine bira-viski açıklamalarına dönecek olursak- biramızı (mashimizi) damıttığımız zaman karşımıza ne çıkıyordu? Vodka ve bu vodkayı meşe fıçılarında beklettiğimiz zaman viski ile tanışıyorduk. Pekiiiii, şarabı distile edersek karşımıza ne çıkar? Boğma desem eminim herkes şaşıracaktır. Evet arkadaşlar şarabı distile edersek karşımıza yüksek alkollü bir likit çıkar ve buna başta italyanlar ve uluslararası literatür grappa diyor, biz boğma diyoruz. Boğmayı bilenler, 'Ama benim amcam incirden, şeftaliden yapıyordu boğmayı...' diyebilirler, evet elbette yapılabilir, hatta piyasada da şeftali şarabı, çilek şarabı, elma şarabı mevcut. Ama bunlara direkt şarap demiyoruz zaten, 'meyve şarabı' diyoruz yoksa içinde şeker olan her meyveden şarap yapılabilir elbette, ama tabii olarak konumuz üzüm. Hatta bilgiyi biraz daha genişleteyim, bu %40-50 alkol oranlı boğmayı (grappayı) anasonla infüze edersek (demlersek) neyle karşılaşırız? Elbette ki rakıyla. Peki ya bu boğmayı meşe fıçılarında yıllandırırsak, o zaman ne olur? Konyak, kanyak, armanyak, brandi olur elbette. Yani nasıl viski-vodka elde etmek için önce bira yapmak gerekiyorsa, rakı-brendi yapmak için de önce şarap yapmak gerekiyor dostlar. Bu ufak bilgiden sonra geçelim yazımızın ana konusu şaraba...

Çok nadiren olan üzüm türlerini saymazsak, bütün üzümlerin sularının beyaz olduğunu söylemeliyim öncelikle ki, herkesin aklında olduğunu düşündüğüm beyaz şarap beyaz üzümden, kırmızı şarap kırmızı üzümden yapılır mitini ortadan kaldıralım. Haliyle şaraba rengini verenin üzümün türü-suyu değil, kabuğunun verdiğini anlatmış olayım.
Basit bir canlandırma yaparak devam edeyim. Benim bir üzüm bağım var, üzümlerimin olgunlaştığını düşündüm ve bütün üzümleri topladım. Bağımdaki üzümler kırmızı; ama ben beyaz şarap yapmak istiyorum. O halde nasıl bir yol izlemeliyim? Üzümlerin suyunu çıkarmak için, ezmem lazım hepsini. Eğer ezdikten sonra suyunu, kabuklarla birlikte kabın içinde bekletip yüksek sıcaklıkta (15-25 derece) fermantasyona alırsam, kabuğun renginin de zamanla suya rengini vereceğinden kırmızı renkli bir şarap elde ederim, ayrıca hem ısının yüksek olması, hem kabuğun da kabın içinde kalarak lezzet vermesiyle birlikte daha yoğun lezzette bir şarap olması da kaçınılmaz bir sonuç olur. Üzümleri ezdim, kabuklardan ayırdım ve düşük ısıda (7-15 derece) fermentasyona alırsam, kabuğun renk verme şansını elinden aldığımdan beyaz renkli bir şarap elde ederim. Isının etkisini de şöyle basit bir örnekle açıklayayım, çayı sıcak su da demlerseniz mi daha demli olur, soğuk suyla mı? Haliyle kırmızı ile beyaz arasındaki farkları, yapılışlarını ve nasıl olduklarını kısa bir paragrafla anlatmış olduk böylece. Peki pembe şarap (roze, blush) nasıl oluyor o halde? Biraz kırmızı, biraz beyaz şarabı karıştırıyorlar ve adına roze mi diyorlar? Elbette hayır, bunun işlemi de şöyle, üzümlerimizi topladık ve ezerek suyunu çıkardık, kabuklarla birlikte bir süre bekletiyoruz ama fermantasyona uğramasını engelliyoruz bu bekleme süresinde. Yeterli miktarda rengini aldığını düşündüğümüzde ise, beyaz şarabın fermantasyonunu uyguluyarak devam ediyoruz, yani düşük ısıda, kabuksuz olarak fermantasyonu başlatıyoruz. Ve pembe renkli bir likit elde ediyoruz. İşte sevgili dostlar, şarabın yapılışı temelde bu kadar basit bir uygulamaya tabii.


Ama bu daha başlangıç, şarabımız tatlı mı, sek mi, yarı tatlı mı olucak, olucaksa nasıl olucak? Sherry, Porto Şarabı nedir, özellikleri nelerdir? Şarap nereden çıkmıştır, nerenin içkisidir? Köpüklü şarap, şampanya nedir, nasıl olur?  Dünya'daki şarap bölgeleri nerelerdedir? Şarap menülerindeki  eski  dünya, yeni dünya başlıkları ne ifade eder? Şarabın etiketinde yazanlardan ne anlarız, ne anlamalıyız? Bir şarabı iyi yapan nedir, kötü yapan nedir? Neden bu şarapların kapağında mantar olur, kapak olunca ne oluyor? Yıllanma nedir, fıçıda yıllanma nasıl olur, neye sebebiyet verir? Her şarap yıllanır mı? Nedir bu Cabarnet Sauvignon, Merlot, Chardonnay, Öküzgözü, Papazkarası ve daha bir yığın ne olduğunu anlamadığımız kelimeler?  Şarap degüstasyonu (tadımı) nasıl yapılır? Bardağı çevirerek içkiyi çalkalamak ne ifade eder? Tanen nedir, şarabın rekoltesi (yılı) ne ifade eder? Bağbozumu nedir? Ve daha onlarca soru için bu ilk yazıyı uzatmak istemiyorum daha sağlıklı bir okuma sağlaması için. Bu ilk yazı, belki de bir çoğu için yeterli ve istenen bir bilgidir ve o nedenle ayrı ayrı yazmak daha mantıklı olucaktır diye düşünüyorum.


Bir sonraki yazıda görüşmek üzere dostlar...

13 Aralık 2014 Cumartesi

Viskinin uzun tarihinin kısa bir anlatısı

(Aşşağıda okuyacağınız yazı, yine benim Twitter hesabımdan geçen haftalarda anlattığım viski, viski tarihi ve kültürü üzerine yazdığım tweetlerin kolajından ibarettir. Neredeyse sadece imla hatalarını düzeltmeye çalıştım ve bir kaç fotoğraf ekledim.)

Aklımda kaldığı kadarıyla viski, viski tarihi ve kültürü:

Viskiye girmeden önce, viskinin de dahil olduğu ağır alkollü içecekler (spirits) konusuna az değineyim. Alkollü içecek yapılırken uygulanabilecek iki tane yöntem vardır. İlki fermantasyon, ikincisi ise distilasyon. Fermantasyon bira konusunda anlattığım mayalanmadır. Mayanın şekeri yiyerek, alkole ve karbondioksite dönüştürmesi olayı. Bu mayalanmayı tahıl üzerinden yapıyorsak bira, üzüm (meyve) üzerinden yapıyorsak şarap elde ederiz. Üzüm konusunu şarapta anlatacağım için girmiyorum ve tahıl üzerinden devam ediyorum. Tahıl, su ve mayayı doğru ortama sokarsak fermantasyon direkt başlar ve alkollü bir likit oluşur bunun sonunda. Buna bira diyebiliriz, ama alkol endüstrisinde bu ortalama %5 alkollü likide 'mash' ismini vermişler. Şimdi bu %5 alkolü, %40-50lere nasıl taşırım ki bir spirit elde edeyim? İşte distilasyon burada devreye giriyor. Distilasyon (damıtma) basitçe söylersem, mash'in içindeki suyu buharlaştırarak azaltma yöntemidir, ki bu da alkol oranının artmasını sağlar. Peki bu distilasyon nasıl yapılır? %5 alkollü mashimizi kazanın içine koyup, altını yakıyoruz, Şu bilgi önemli; su alkolden önce buharlaşır. Haliyle su alkolden önce buharlaşarak yok oluyorken, sonrasından buharlaşan alkol imbiğin uç kısmına gelip soğuyarak tekrar likit hale geliyor ve bira dediğimiz mash’imizi sürekli distile ederek oranı arttırabiliyoruz.

 Bu, sistemi anlamak için çok açıklayıcı bir imbik görseli.
 Mevzumuz işte resimde göründüğü kadar basit.

Bu şekilde bir mash %96 oranına kadar alkole dönüşebiliyor ve buna 'alkol absolu' adını veriyorlar, saf alkol manasında. 'Absolut' marka vodkanın, ismini nerden bulduğunu da anlatmış oldum böylelikle. Konumuza dönelim, distile yani damıtma yöntemi budur, iki distile sonunda elimizde %40 oranında bir likit olur. Ve bu likitin adı bildiğiniz 'votka'dan başkası değildir. Yani sevgili arkadaşlar bir votka yapmak istiyorsanız bile, önce bira yapmak zorundasınızdır.

'Peki viski ne amk?' dediğinizi düşünüyorum arkadaşlar. Mashi damıtma yöntemiyle distile edip elde ettiğimiz votkayı, fıçılara doldurup yıllandırırsak, viski elde ederiz arkadaşlar. İçinizden 'bu muymuş yani amk!' dediğinizi varsayıyorum ama konuya daha yeni girdik... Viskiye yeni başlıyoruz daha... Şimdiii, Jack Daniel's de bir viski, Chivas Regal da, J&B'de, Glenlivet de, Jameson da diğ mi? Lakin alakaları dahi yok. Neden mi? Bulgur pilavı, pirinç pilavı, meyhane pilavı, mercimek pilavı nasıl birbirinden farklıysa, viskiler de farklılar elbette. Japon viskileri, Dutch, American single maltları, ve artık bütün dünya piyasasının yapmakta olduğu-çalıştığı viski, halen daha gelenek olarak üç ana bölgede sınıflanır. Bunlar da İskoçya, İrlanda ve Amerika-Kanada’dır. üçünün de kendine ait kuralları ve yöntemleri vardır. Bölge haricinde, bir de kullanılan hammaddeye göre sınıflandırma vardır. Bunların ilki, single malt viskisi, yani sadece tek bir arpa maltı kullanılarak yapılan viski. İkincisi grain viskisi, içinde arpa maltı hiç olmayan, buğday, çavdar, yulaf, mısır gibi tahıllardan elde edilen viski. Üçüncüsü blended viskisi, adından da belli olduğu gibi harman, yani hem arpa, hem tahıl kullanılarak yapılan viski. Blended harmanlarında kullanılan arpa maltı, viskinin kalitesini belirler. Blended viskilerde arpa maltı minimum %20 oranının altında kulllanılmaz. Mesela J.W Blue Label, içinde %80 arpa maltı bulunan bi harmandır, şişe fiyatı 700 tl civarındadır (tabi bunda içinde kullandığı viskilerin bazılarının 30-50 sene yıllanmış olmasının da payı vardır.), Chivas Regal'in fiyatıyla birlikte deluxe kategorisine girmesinin nedeni kullandığı arpa maltını %40'ın altına düşürmemesidir. Bir de blended malt ya da diğer bir değişle pure malt viskisi vardır. Bunlar da grain viskisi olmaz, lakin birden fazla arpa maltının harmanıdır. Basitçe bir cümleyle yıllanma konusundan da bahsedeyim... Bölgeden bölgeye değişse de, bir içkiye viski denmesi için alt eşik olan 3 yıl yıllanma şartı vardır. Yani kısaca viskide başlangıçta temel olarak bahsedebileceğimiz üç konuyu anlatmış olduk böylelikl; bölgesi, ham maddesi ve kaç yıllık olduğu. Şimdi viskinin bölge bölge nasıl yapıldığına bakalım... Bölgelere geçmeden önce, viskinin tarihsel ilerleyişine de az bakalım istiyorum...
İrlanda ve İskoçların viskiyi ilk biz bulduk kavgası hala güncelliğini korusa da, viskiyle ilgili ilk yazılı kaynak 15. yüzyıl İskoçya’sından… Hayat suyu manasına gelen viski, ilk kez orada geçmiş. İskoçların eski dilinde hayat suyu da, usque baugh gibi bi şekilde yazılıyor. usque baugh, uskuba diye okunuyor, zamanla usque olarak kısalmış, usque (usku) da, viski halini almış diye söyleniyor yıllar içinde. İlk başta elbetteki sadece single malt viskisi vardı. Harman yok, tahıl viskisi yok. sadece imbiklerden damla damla yapılan single malt var. Viski tabi piyasaya giriyor, piyasa demek İngiltere demek oluyor haliyle ve Cin’in tahtını zorlamaya başlıyor. İngilizler cinciler. alkol olan cin… Yalnız viski, imbiklerde yapıldığından seri üretim yapılamıyor, arpa hammaddesi de pahalı, bir de satış yasağı geliyor İngiltere’den... Sonuçta kimse piyasada rakip istemiyor-istemez, haliyle en kolay yol yüksek vergi koyup, yasak değilse de satışı zorlaştırmak oluyor o dönemde viskiyi. Merdiven altına giren viski kimseyi memnun edemiyor o dönemler, ortaya Coffey adında bir gümrük memuru çıkıyor. Coffey gümrükte kaçak viskicilerle haşır neşir olup viskiyi sevmeye başlayan bir memur. Bir yerden sonra viski için düşünmeye başlıyor. Bu iş damla damla olmaz deyip, yeni bir sistem geliştiriyor. Sürekli damıtım ya da Coffey Still denilen yöntemi buluyor. Ufak imbik yerine dev bir boru düşünün, aşağıdan giren mash, yukarıdan çıkan distile olmuş likit, ve durmayan bir sistem. Müthiş bir üretim var, lakin bu sistem maltın damıtılması sistemine ters, haliyle sadece tahıl yani grain viskisi üretiyor. Malt bir viski yapılırken, damıtımdaki ilk damlayan kısım ve sona kalan kısım viskiden ayrıştırılır mesela kalite amaçlı. Bu sistemde bu mümkün değil. Haliyle üretim iyi, seri ve ucuz ama kaliteli değil. Haliyle viski hala istediği yere ulaşmış değil. Eee napmalı? Neden kaliteli malt viskiyle, kalitesiz grain viskiyi karıştırmıyoruz ki? Elbette, Andy Usher'dı sanırım ismi, harman olayını başlatıyor. Ve o da ne, kıyamet kopuyor. Her yerde kendi harmanını yapan insanlar, envai çeşit lezzet, muhteşem bir yükselme grafiği. HAYAT SUYU GELİYOR!!!...
Ve artık bölgelere ve markalara değinme zamanı geldi. Bu kısımlarda çok ilginç hikayeler var... Ne demiştik en son, Usher diye bir adam geldi ve harmanlamayı başlattı ve o saatten sonra viski popülerleşmeye başladı. Harman mevzusunda bir numara yok, Cola ve Fanta'yı karıştırmak gibi esasen, ama mevzu doğru viskileri bulmak ve evlendirmek. Evlendirme dedikleri olay karışımı yapılan viskileri 3-6 ay arasında fıçıda bekletmek oluyor. 'Marriage' dedikleri hadise. Dets ol. Hal böyle olunca istediğin markadan istediğin viskiyi alıp harmanlayabiliyorsun. Mesela çok bilinen Chivas Regal'in imalathanesi bile yok. Belirli imalathanelerden viskiyi alıyor, evlendiriyor ve şişeliyor. Dets cast it.
Peki, İskoç viskisinin özellikleri nedir deyip az girişelim artık... 3 yıldan az olmama yıllanması ve minimum %40 alkol oranı zaten genel bir kural, bunun dışında İskoçlar viskilerini iki kere damıtırlar. Ve kilit nokta, arpalarını turba dedikleri İskoçya’ya özgü balçık kömüründe kuruturlar. Bu bir Scotch'un en karakteristik özelliğidir. Bunun haricinde İskoçya Highland, Lowland, Speyside ve Islands olmak üzere 4 ana bölgeye ayrılmıştır. Coğrafi ve iklim değerlerinin farklılığı viskinin karakterini de belirler. Etikette yazan bölge ismi haliyle çok şey söyler. Bölgeler adından belli zaten; Speyside, Spey Nehri'nin civarı, en fazla viski imalathanesi burada yer alır. Yayla bölgesi diyebileceğimiz Highland, Speyside'ı da içine alan bir bölgedir. Yine adı üstünde adalar bölgesi olan Islands ve güneyde yer alan, sayıca az imalathane bulunan Lowland Bölgesi. Highland ve Speyside bir nevi viskinin beşiği, adalar ise karakteristik özellikleriyle viskinin bir nevi zirve noktalarından. Highland ve Speyside'ın demirbaşları olarak Macallan, Glenfiddich ve Glenlivet söylenebilir. Hepsi için birer not söyleyecek olursam; Glenfiddich Amerika’da en çok satan malt viskidir. Glenlivet'se ağır vergilerin kalkmasından sonra ilk izinli marka olarak piyasayı başlatma özelliğini taşıyor. Macallan içinse Mehmet Yalçın’ın anlattığı ufak bir hikâye anlatayım. Bu arada makelın değil makalan diye okunuyor bu viskimiz. Şimdi... viski ortalığı kasıp kavurmaya başlayınca İngiltere medyası 'neymiş bu single malt...' diye haber yarışına girmeye başlamış. O ara bir gazetenin yayın yönetmeni de bir muhabirini İskoçya’ya göndermiş, 'git öğren, en iyi marka viskiden de bana 1 koli al gel...' demiş. Muhabir hangi bölgenin viskisini içse oranınki en iyi diye söylüyorlarmış bölge halkı ve satıcısı, her mekanda ayrı ayrı cevap alıp durmuş. Napsak falan derkene... tek tek her bölgedeki imalathanelere gitmeye başlamış ve 'iskoçya'daki en iyi iki viski hangisi?' diye sormuş. Daha sonra da gelmiş kaldığı otele... birincileri direkt geçmiş ve başlamış ikincileri toplamaya, neredeyse tamamına yakını ikinciye macallan'ı yazmış. Ve döner dönmez manşeti patlatmış 'en iyisi macallan!' diye. Biz de barda kendi aramızda tanrıların içkisi deriz 'macallan siena'ya. - :) -
 Adalar bölgesi, Türkiye’de ismen olmasa da karakter olarak en çok bilinen viskileriyle ünlüdür. Lagavulin, Talisker'i ya da Islay ya da Skye Adası'nı bilmez ama 'Yaa böyle isli, iyotlu, okyanus gibi sanki, yağlı...' diye damakta kalan lezzeti bilir bu viskileri içenler.

Kim tahmin edebilir ki, şu fotoğrafta görülen doğa harikası mekanda, %46-
%50, hatta %60 alkol oranlı taş gibi viski Ardbeg'in üretildiğini...
Ada viskileri serttir, taş gibidir, yağlıdır, iyotludur, yosun, okyanus, is kokar. 250 metre uzaktan koklanıp, anlaşılabilir. Hatta şöyle ki, içinde ada maltı bulunduran harman viskileri bile bu şekilde kolayca ayırt edilebilir. En az 3 sene yıllanma demiştik, single maltlar genelde 10 seneden önce piyasaya çıkmazlar. Otoriteler en tepe olgunluk için 12 yıl dese de, bunun fantezisini yapmaktan keyif alır viski üreticileri. Elbette bunun da bir bedeli vardır; Viski bekledikçe buharlaşır ve fıçılarda bekleyen viskilerin ortalama %3-5'i buharlaşarak yok olur. Buna da 'meleklerin payı' derler. Daha anlatacak şey bitmez tabi, ama ben İskoçya’dan Johnnie Walker'ın deha evladı Alex Walker'ı anlatıp Scotchları bitircem.
 Johnnie Walker ufak bir kasabada bakkal işleten bir adam, fakat sadece ıvır zıvır satmıyor, ne ararsan var... Viskileri karıştırıp kendi harmanını dahi satıyor fakat bir bakkaldan fazlası değil. Bir de bunun oğlu Alexander var. Alex yaşı gelince terk ediyor kasabayı, şehre gidiyor, Glasgow’aydı galiba ve burada babasının viskisini satmaya çalışıyor.

 İşte Alex Walker'ın tasarım dehası efsane şişesi.                                                                                                       
Tabela filan yapan bir arkadaşı var, yürüyen adam logosunu beraber buluyorlar. Ama Alex yuvarlak şişe yapmak istemiyor. Hem farklı olmak istiyor, hem de kare şişenin daha rahat stoklanacağını düşünüyor ve standart şişe tasarımından uzak duruyor. Hatta o kadar farklı şeyler istiyor ki, etiketi bile düz yapıştırmayı düşünmüyor. 30 derecelik bir açıyla damgalıyor şişe etiketlerini de... Her şey tamam, ama viskisini alan kimse yok, tadılsa beğenileceğinden emin, ama kimse bu farklı şişeye yüz vermiyor. Alex limana gidiyor, o zaman denizcilik altın çağında, kaptanlar ülke başkanı gibi kıdemli. Alex her gemi kaptanına bir kasa viski veriyor. Bu bir kasa viskileri umursamıyor kaptanlar, para vermeyiz buna diyorlar. Alex de bunların hediye olduğunu söylüyor. 2-3 ay sonra gemiler limana tekrar geldiğinde Alex viskileri soruyor, kaptanlar 'fena değil' deyip geçiyorlar. Alex bu sefer iki kasa hediye ediyor. Kaptanlar 'para vermeyiz' diyor yine. Alex bunlar da hediye diyor, bir kasa size, diğeri de gittiğiniz limanlarda rüşvet ve hediye olarak kullanmanız için diyor. Aylar sonra kaptanlar bu sefer Alex'i buluyorlar. Gittikleri yerlerde viskinin beğenildiğini ve bir kaç kasa viskiyi parayla alabileceklerini söylüyorlar. Seneler seneleri kovalıyor elbette. Alex Walker dehasının ve oynadığı kumarın karşılığını alıyor, babasının bakkalından bir rüya gerçekleştiriyor. Halen daha, dünyanın en çok satan harman viskisi Johnnie Walker Red Label, en çok satan deluxe harmanı da Johnnie Walker Black Label'dir. Black Label'in ortaya çıkışı da Alex'in göze aldığı kumarın bir benzeridir ve yine müthiştir ama bitirelim İskoçya'yı artık...

Şimdi yeni kıta Amerika’ya gidelim ve biraz bu sert adamların içkilerinden bahsedelim... Her şeyde olduğu gibi viski de Amerika’ya, Avrupa’dan gelenlerin getirdiği ve onların talebi sonucu endüstrisi oluşan bir içki olmuştur. Amerika’da viski yapılışları bakımından iki ana bölgeye ayrılırlar, Tennesse ve Bourbon. Yani evet bütün Amerikan viskileri Bourbon değildir. Tennessee deyince akla Jack Daniel's gelir elbette. Yapılıştaki ufak farklılıklarla Bourbon'dan ayrılır. Ama önce genele bakalım; Amerika’da mısır bereketi olduğundan, hammadde olarak mısır ağırlıklı olarak kullanılır. Arpa maltı ve çavdar da kullanılır viskilerinde, lakin bir viskinin Amerikan olması için %51 mısır içermelidir ve hiç kullanılmamış meşe fıçısında yıllanmak zorundadır. Şimdi güzel bir detay var burda. Amerikan yasaları ikinci el fıçıya izin vermezken, İskoçlar eski fıçılara bayılırlar ve Amerika’dan bu fıçıları satın alırlar. Mesela İskoçlarda bahsettiğimiz Macallan'ın özelliklerinden biri, yıllanma işini kullanılmış Sherry Şarabı fıçılarında yapmalarıdır. İskoçlar bunun birer lezzet olduğunu düşünürler, Amerikalılar da galiba 'bizde para bok!' diyor olabilirler. %51 mısır ve sıfır fıçı dedik, bir de yıllanmadan bahsedelim. Amerika iklim olarak daha sıcak olduğundan viskileri kolayca olgunlaşır. Ve viskilerini sadece 1 kere damıtırlar,  iklim de uygun olduğundan yıllanma olayına gerek duymazlar ve 3 yıl dolunca patlatırlar fıçıyı… -:) -
Şimdiiii, bu genel bilgilerden sonra Tenessee ve Bourbon'u birbirinden ayıran nedir diye soralım? En net detay, kömürdür. Evet, kömür. Tennessee'ciler viskilerini kömürün üzerinden damıtırlar. Viski kömürü yalar geçer yani. İkincisi ise 'sour mash' olayı. Nedir sour mash olayı? Tenesseciler viskilerini asla ziyan etmezler. Mashi damıtırken ilk baştaki ve fıçının dibinde kalan kolpa kısmı atmak yerine, bir sonraki fıçıya aktarırlar ve bu her fıçıda bir sonrakine devredecek şekilde devam eder. Bourbonlarınsa en bilineni Jim Beam'dir. Bu arada Jim Beam, Japon viski devi Santory'le birleşti. 2015'te Japon Viskisi de bulunabilecek ülkemiz topraklarında diye ekleyip devam edeyim. Amerika’da mısır olduğu gibi, Kanada’da da çavdar yetiştiğinden, hammadde büyük oranda çavdardır. Amerika’daki içki yasağının Kanada’ya çok acı etkileri olmuştur belki ama viskideki çok fena. Emek, ömür, çaba isteyen viski, içki yasağından sonra haliyle bulunabilen bir şey değil. Haliyle Kanada bu konuda pilot nokta oluyor. Kaliteye, yıllanmaya bakılmaksızın üretilip kaçak piyasaya yollamak adına saçma sapan tesislerin beşiği oluyor Kanada. Ve bu yanlış kültür ve sistemsiz tesislerin kurbanı olmaktan kurtulamıyor. Halen daha bir prestiji bulunmayan bir konumdadır Kanada Viskileri. Son olarak da Jack Daniel'in kainattaki en aptalca ölümünden bahsedip Amerika hikayemizi sonlayalım. Jack sert adam, karı kız, para bok takılan birisi, evlenmiyor bile. Keyfinde bir garip adam. Bir gün kasadan para alacak, anahtarı mı bulamıyor, anahtar kasayı mı açmıyor ne, çıldırıyor bu. 'Sikerim senin gibi kasayı!' deyip basıyor tekmeyi. Basıyor da ayağını da pert ediyor. 'Sikerim ayağını da lan!' deyip geçiyor masasına. Ayağı iltihap falan kapıyor, diyorlar ki doktora gidelim, doktor gelsin burada baksın filan. tabi derken bile korkuyorlar, Jack hakkaten sert adam. 'Sikerim doktoru da, sizi de, siktirin gidin bana bişey olmaz!' deyip, dolduruyor viskisini. Sonra bir kaç gün geçiyor geçmiyor. bu iltihap yüzünden ölüp gidiyor Jack Amca ciddi ciddi. Böyle bir adam da ancak Jack Daniel's gibi bir viskiyi yaratırmış hakikaten. Amerikan Viskileri az yıllandığından sertlerdir, fıçıları içine şeker sürüldükten sonra yakılıp öyle kullanılır; vanilya, karamel tadı bundandır. Sert olduklarından da bol buzla içimi tavsiye edilir. On the rocks tabirinin müsebbibidir bir nevi ek bilgi olaraktan.

Başta demiştik 'Viskiyi biz bulduk!' kavgasını İrlandalı kardeşlerimiz hala sürdürmekteler. İrlanda Viskilerini de ben ayrı severim by the way. İrlanda viskileri, İskoçlardan epey evvel ticarileşmiş ve kıtaları aşmıştır çok öncesinde. Fakat Amerika’daki alkol yasağı, en geniş hacimli ihracatını yapan İrlanda Viskilerini korkunç bir krize sokmuştur. O zamandan tepetaklak olan viski ekonomisi, belini anca doğrultmuş olsa da, pazarın yeni sahibi İskoçlara boyun eğmiştir. İrlandalılar viskiye bayılır, viskinin hasını kendilerinin yaptıklarını düşünürler ve yıllanmanın bokunu çıkarmaktan hoşlanmazlar. 'İçmek varken niye fıçıda bekliyor bu amk viskisi zaten güzel...' diye düşünürler.- :) - İrlanda Viskisi'nde arpa başat hammadde olsa da, yulaf bolca yetiştiğinden, o da kendine yer bulur ve elbette diğer grainler de. Bushmills'in single maltı, Türkiye pazarına da gelecek olan Connemara varsa da, single malt olayı yaygın değildir İrlanda’da. İskoçlar iki, Amerikanlar bir demiştik, İrlandalılar viskilerini üç kere damıtırlar. Ve maltları sacın üzerinde kuruturlar. Haliyle kömür, is kokusu viskilerinde görülmez. Daha çiçeksi kokuya sahiptirler.

En bilinen İrlanda viskisi Jameson, bir kişiye ait bir marka değildir, İrlanda’daki viskicilerin oluşturduğu bir kollektivitenin adıdır.

Bu gördüğünüz şişeyi İrlanda'da hiçbir markette bulamazsınız, bunun yerine küçüklü-büyüklü envai çeşit markayla karşılaşırsınız. Bunun nedeni bu küçüklü-büyüklü markaların ihracat amaçlı oluşturdukları kollektivitedir. 

İrlanda’nın kültüründen olsa gerek viski orada halkın içkisidir, ucuzdur ve ucuz kalması için uğraşılır. Türkiye’de bile bir şişe jameson'ın fiyatı 70-80 lira civarında halen. İrlanda ile ilgili Mehmet Yalçın’ın anlattığı eğlenceli bir hikâye var ama sonraya kalsın bu da, İrlanda’yı da bu kısa bilgilerle kapatalım.
Şimdi gelelim viski pahalı, nerde bulak da içek önermesi üzerine kafa patlatmaya... 100 Pipers, Long John, Teacher's, Jameson, Jim Beam White gibi viskiler hem lezzetli, hem de 70-80 tl fiyata satılırlar Türkiye'de 70cllik şişeleri. Ortalamaya vurursan 1cl = 1tl, 1 kadeh (5cl) = 5 TL gibi bir fiyat çıkar karşımıza. 4 şişe Efes Pilsen ya da Tuborg’un, bakkal fiyatı 20 TL’dir ve sadece içip, işersin 4 kere. Sana sunduğu budur yalnızca. 2 kadeh Teacher's içip, 3.'yü doldururken henüz 15 TL harcamışsındır ve damağın, burnun, dilin, beynin ve miden bayram ediyordur ve abartmıyorum. Yeter ki içeceğin şeyi bil, tanı, gör, dene. Evet, Lagavulin pahalı, ama bırak da pahalı olsun 16 yıl fıçıda beklemiş bir tarihi eser o. Asıl fiyat sorunumuz viski değil, birada var zaten; bir weissebierı elin almanı 1 Euro’ya içerken, Türkiye pazarına 10-15 tl civarında giriyor amk! Haliyle viski, bana biradan daha halkçı ve avam görünüyor bu nedenle. (bunda İrlandalıların payı büyük tabi) Ve son olarak yaşasın viski kardeşliği diyorum, çünkü birayı bu ülkede bize içirmiyor amk ekonomisi ve politikası. Üst kültür sanılıp, burun kıvrılan viskiye can kurban.

11 Aralık 2014 Perşembe

Biranın uzun tarihinin, kısa bir anlatısı

           Geçen haftalarda Twitter hesabımdan bir bira muhabbeti açmıştım, bir anda bu bir bira tarihi-kültürü anlatısına dönüştü, daha doğrusu ben dönüştürdüm. Daha sonraki viski anlatısı ve benim genelde Twitter'ı kullanış şeklim olan uzun uzadıya anlatma hevesim sonucu oluşan birikimi okuyan-takip eden bir 8-10 kişilik bir kitle var. Hem bu kişilere daha kolay bir okuma sağlamak, hem de daha güzel bir arşiv imkanı sağladığından bu konular için blog kullanmayı daha doğru buldum. Bir de bütün bu tweetleri üşenmeyip, tek yazıda toplayan Hüsnü'cüğümün de emeği ile bu hızlı bir ivme kazandı haliyle. Önce bu yazıda bira tarihi-kültürü konusunu, sonrasında viski tarihi-kültürü konusunu ve daha sonra yazmayı düşündüğüm diğer içki tarih ve kültürü konularını artık tek yazıda yazıp, öyle paylaşıcam ki takip etmek isteyen kişilere de eziyet olmasın artık. (Aşşağıdaki anlatı Twitter'da yazanların aynısı, sadece bazı ufak eklemeler yaptım ve bir kaç fotoğrafla anlatımı kolaylaştırıp, zenginleştirmek istedim.)

           Aklımda kaldığı kadarıyla bira tarihi ve kültürü:

           Tarım insanların konar-göçerliğini durdurup, yerleşik hayata geçmelerini sağlayan yegane hadisedir ve bu tarımın başlamasının başatlarından birini de arpa özellikle yabani arpa oluşturur. Arpadan, buğdaydan un, ekmek yapılmadan evvel çorba yapılıyordu tahmin edeceğiniz gibi -ve evet bira ekmekten önce bulundu-.

Doğa kendi kuralları konusundan prensiplerinden ödün vermez ve doğada bulunan maya, var olan bütün şekerleri yemekle görevlidir. Peki, mayanın şekeri yemesi olayı neye sebebiyet verir? Buna mayalanma diyoruz ve şekeri yiyen maya, ortaya alkol ve karbondioksit çıkarıyor-çıkarır. Doğada bulunan ve içinde şeker olan her madde belli bir süre sonra -ortamını da bulunca-  alkole dönüşmeye başlar, Çünkü mayalar her yerdedir ve haliyle bir arpa çorbasının tamamını yemeden doyan insanlar, güveçte kalan çorbayı iki gün sonra içince bir değişiklik fark  ederler-ettiler de. Ve bira da böyle ortaya çıkar elbette. Arpa, su ve maya. Tabi o zamanlar maya bilinen bir şey değil, doğanın mucizesi sanıyorlardı herhalde. Zamanla insanlar şunu fark etti, arpadaki şeker oranı kısmen azdı, lakin arpayı çimlendirince şeker oranı tavan yapıyordu. Haliyle arpayı direkt kullanmak yerine, önce çimlendirip sonra kurutarak kullanmaya karar verdiler ve bu işlemden sonra da bunun adına arpa yerine malt dediler. Tuborg'un %100 malt diye kafa siktiği malt, çimlendirilip kurutulan arpadan başka bir şey değildir ve bira yapmak isteyen herkes zaten bu yöntemi uygular. Bira, Avrupa’da hep kiliselerde, din adamları tarafından üretilip, geliştirilmiştir. Bununla ilgili komik bir efsane var; öyle ki bira bulunuyor ve su gibi tüketiliyor, haliyle bu biraları da evdeki kadınlar yapıyor ama o kadar çok içiliyor ki, yetişmiyor haliyle. Kadınlar en son başlarız sizin biranıza deyip isyan ediyorlar, e erkeklerin de yapacak zamanı yok, kimin zamanı var? Din adamlarının tabi. Bütün gün boş boş duran din adamlarına bu iş kitleniyor ve herkes çocuğunu bira almaya kiliseye yolluyor bir nevi. - :) -
     
Neyse devam edelim... Ateşte kavrularak kurutulan malt yandığından esmerleşiyor. Haliyle bira koyu, siyah renkte oluyor. Yani biranın rengi de buradan geliyor. Yani 'dark bira' yüksek alkollüdür şeklindeki inanç tamamen uydurmadır, o kurutma ile alakalı. Buhar makinesi bulunana kadar bütün biralar da bu nedenle siyahtı. Bir Lager olan Efes Dark %5lerde, siyah biraların en bilindiği Guinness %4,2 civarı bir alkol oranına sahiptir mesela, hesabını yapın buradan işte. Şimdi biranın fermante olma (mayalanma) şekline gelelim. Bira üst ve alt diye ayrılarak iki şekilde fermante olur ve ikiye ayrılır. Üst mayalanma biralarına 'Ale' denir, yüksek ısılarda, maya kabın üst yüzeyinde fermanteyi sağlar. Alt fermantasyon biralarına da 'Lager' denir. Düşük ısıda, maya kabın alt kısmında fermanteyi sağlar. Haliyle sıcak suyla demlenen çayın daha çabuk demlenmesi gibi, ale biralar 2-3 günde fermanteyi tamamlarken lagerlar 1 haftayı bulur. Şimdiii, bira için arpa yani malt, su ve maya demiştik. Peki, şerbetçi otu nerede girdi bu biranın içine? Bozulmaması için girdi elbette. Maya yüzünden bira kısa zamanda bozuluyordu, bu süreyi uzatmak için de biraya şerbetçi otu eklenmeye başlandı. Biranın içindeki o acılık şerbetçi otunun marifetidir yani. Önce ömrünü uzatmak için kullanılan şerbetçi otu zamanla aroma halini de almış-aldı. Ve gelelim şu şekersiz-şekerli, %100 malt mevzusuna... Öncelikle adam gibi bira %100 malt olmak zorunda değildir, 500 yıldır dünyanın en iyi biralarını yapan Belçika, biraya şekeri basar. Keza şeker = alkole dönüşebilitedir. Yüksek alkol, yüksek şekerle olur. Bunun adamlıkla bir ilgisi yok, %100 maltla alakası dahi yok. Sanayi devrimi olana, buhar makinesi bulunana kadar bütün biralar siyahtı dedik, sarı renkte biraların tarihi yenidir. Lager, Almanca lagern'den yani saklamak, stoklamaktan gelir. Düşük ısıda fermante yazın yapılamadığından bir nevi mevsim birasıdır. Ve yazın da içmek için stoklanır, fazla fazla yapılır ve ismini de buradan alır. Sanayi devriminden sonra Çekler bişey buldular. Pilsen kentinde sarı renkte, düşük ısıda fermante edilen bir bira ortaya çıktı. Ortalığı kasıp kavurmaya başlayan bu biraya şehrin adına mahsuben Pilsener dendi. Lager türü bira, pilsener girdabına girmişken, Ale tipleri de kendi içinde ayrışıp dururlar. Sınıflardan önce Ale'nin iki bölgede ayrı şekilde geliştiğini söylemeliyim, İngiltere ve Belçika. İngiltere’de Porter, Stout, Pale Ale, İPA türleri ortaya çıkarken, Belçika’da Dubbel, Tripel, Trappist, Abbey türleri öne çıkar.

Aşşağıdaki fotoğraf bir şey ifade etmiyor,  sadece şunu belirtmek için
ekledim. Bira ilk zamanlar kendin pişir, kendin ye kıvamındaydı, 
Yani bir pub aynı zamanda üreticilik de yapıyordu ve bu şekilde fıçı-
larda taze taze içiliyordu yapılır yapılmaz. Hatta içici istediği biraları
karıştırarak kendi harmanını da yapabiliyordu. Porter türü biranın da
bu şekilde bir karışım olarak ortaya çıktığı söylenir.
En bilinen Stout bira, Guinness'tir. Maltın yakılarak kavrulduğu, asitsiz, acı, yoğun kremalı, %4-5 alkol oranlı bir bira sınıfı. Pale Ale, standart bir Ale'dır denebilir. %4.5-5.5 alkol oranlı, acılığı dengeli, koyu renkli ama siyah olmayan bira. İPA yani İndia Pale Ale, adından da belli, Hindistan’daki İngiliz askerlerine gönderilen, yolda bozulmaması için yoğun şerbetçi otu eklenen bira. Acılığı azalsın diye sulandırılıp içilen İPAlar, zamanla o acılığıyla sevilir hale gelmiş ve bir sınıf olmuş. Porter ise bir kaç Ale'nin karışmasıyla ortaya çıkmıştır, Daha kavruk ve yanıktır. İşçiler tarafından popüler olduğundan porter denmiştir. İngilizce porter, amele, hamal demektir ve işçi sınıfının en sevdiği biradır. Bira hamallıktır lafı bile oradan çıkmış olabilir. Belçika’da bira demek kilise demektir. Çıkışı kiliseden olmayan bira yok gibi. Abbey denilen şey de bunu ifade eder. Trappist de aynı şekilde manastır birasıdır ama Abbey'den daha katı kurallara sahiptir. Sadece bir manastır rahibinin yapması, ticari amaçla kesinlikle yapılmaması, paranın hayır için kullanılması vs. gibi. Haliyle şu anda sadece 8 Trappist birası kalmıştır. Dubbel double, Tripel tripple anlamına gelir. Zamanında alkol oranını belirtmek için kullanıldığı söylenir... Düşük alkollü X, orta alkollü XX Dubbel, yüksek alkollü XXX Tripel gibi. Dubbeller %4.5-5.5 oranlı, tripeller ise %7-9 civarı olurlar.

                                                                         

Belçika'nın gülü Duvel'in fabrikası. Duvarda yazan, 'Ssssttt... Hier Rijpt Den Duvel', 'Sessiz olun burada şeytan olgunlaşıyor, yetişiyor...' manasında. - :) -




( Daha Craft Beer akımı ve Amerika’daki yükselişine, Almanya’nın Weissebier'ına, Saflık Yasası'na gelemedik bile. Bitmez bu iş arkadaşlar. Lafı toparlicak olursam, senelerdir bira içerim, ne zaman Ale'yi, Lager'i, şerbetçi otunu öğrendim biradan harbi lezzet almaya başladım. Ne istediğimi, neyi sevdiğimi anlamaya, keşfetmeye başladım. Sarhoş olmak için değil, tatmak için bira içer oldum. Bundan mahrum kalmayın. Weihenstephan'ın muz aromasının, Guinness'in nefis kremasının, Duvel'in tatlılığının, Brooklyn East İPA'nın acısının vs. hazzını almadan ölmeyin.)

Bira nasıl ortaya çıktı dedik, neyden meydana gelir dedik, kaça ayrılır dedik. İngiltere ve Belçika'nın Ale'lerinden bahsettik, Almanların Weissebier'larından ve Marzen'inden bahsedemedik. Weissebier sınıfı buğday birası dediğimiz grup oluyor. Hammadde olarak malttan ziyade buğday baskın oluyor. Baskın dediğim de %50-70 arasında buğday kullanılarak yapılıyor. Buğday, biranın köpürmesinde ve köpüğün kalıcılığında da rol oynuyor. o nedenle zaten alman birası fotolarda 3-4 parmak köpükle resmedilir. Almanya’da bir dönem buğday birası çabuk bozuluyor diye yasaklanıyor ve birada Saflık Yasası çıkıyor. Bu yasaya göre bira sadece malt, su ve şerbetçi otundan yapılacak deniyor. Maya da hep var, ama Pasteur henüz doğmadığı için maya keşfedilmemiş. Bu yasakla ilgili şöyle bişey de var, ekmek de buğdaydan, bira da buğdaydan olunca buğday fiyatı tavan yapıyor ve fırıncılar isyan ediyor. Bu yasak muhabbetleri 15.-16. yüzyıllarda oluyor bu arada. Ne diyorduk, Weissebier, buğday dedik, köpük dedik, bir de filtrasyondan geçmezler ve maya şişede kalır. haliyle berrak olmazlar. Mayası şişede kalan yani filtresiz biraları mutlaka bardakta için lütfen ve şişenin dibinde kalan son 5 cllik kısmı hafif sallayıp doldurun mutlaka. Yoksa biranın asil lezzetini alamazsınız, maya dibe çöker çünkü. Bu -benim de çok sevdiğim- Bomonti Filtresiz için de geçerli örnek olarak. bir de Marzen hadisesi ve Shlenkerla mucizesi var. Shlenkerla özel bir bira, yazılışından da tam emin değilim zaten. Sadece maltı değil, mayası dahi yanık olan, isli bir bira, ama ne is; bildiğin mangaldaki pirzola yemek gibi Shlenkerla içmek. Marzen muhabbeti de, Almanya’daki yazın sıcak hava nedeniyle nisan-ekim arası Lager bira yapma yasağıyla alakalı. Shlenkerla da bir lager olduğundan, martta yaz için stoklanan bir bira, Marzen de mart ayından geliyor işte. Bu arada karışmasın Marzen'ler Lager iken, Weissbier'lar Ale fermante şeklinde yapılırlar. Ne kadar Lager desek de Shlenkerla'nın özelliği ona kendi sınıfını oluşturtmuştur. Rauchbier, zati tam adı da Aecht Shlenkerla Rauchbier'dır. Şimdiiiii Almanya, Çek, Belçika, İngiltere dedik de, bu her delikten çıkan Amerika nerede? diyenler olmuştur. Amerika bildiğiniz gibi Avrupa’dan göçenlerle olagelmiş bir ülkedir. Haliyle Avrupalılar giderken biralarını da götürmüşlerdir yanlarında. Fakat 1. Dünya Savaşı ile 2. arasındaki büyük ekonomik buhrana doğru giderken Amerika’da bir alkol yasağı dönemi olmuştur. Amerika’daki alkol yasağı; haliyle bütün alkol sektörünü yerle bir ediyor o dönemde. Ve yasak kalkınca da piyasa büyük şirketlerin dominasyonuna boyun eğiyor. 90lara kadar bu tekellik sürüyor Amerika’da. Hatta o zamanlardan şöyle bir sözü var birinin, 'Eğer Miller, Bud ya da Coors içmişseniz, Amerika’daki biraların %95'ini tatmışsınızdır.'


                                   Amerika'daki alkol yasağı zamanından sembolleşmiş bir fotoğraf. 

Nerede kalmıştık en son, Amerika’daki alkol yasağı yüzünden bira da nasibini aldı ve büyük darbe aldı dediydik ve yasak kalkınca sektör büyük şirketlere kaldı ve çeşitlilik tamamen bitme noktasına geldi. Bu 90'lı yıllara kadar sürdü. (Ya bu arada bilgisayarda değilim, isimleri tarihleri net yazamıyorum farkındaysanız. Sonuçta derin bilgi vermek için yola çıkmadım ona göre.) Sonra Ortadoğu’da uzun yıllar gazetecilik yapan bir adam, kendi birasını üretmek amacıyla yola çıktı lök diye. Ortadoğu’daki yabancılar imkânsızlıklardan dolayı kendi biralarını evlerinde üretmeyi öğrenmişlerdi ve bu gazeteci arkadaş, bu bilgilerin tamamını alıp Amerika’ya döndü. Evinde ilk çalışmalarına başladı, daha sonra alt kat komşusunu da yanına alıp iki kişi Brooklyn Brewery'nin temelini attılar. Bira yapmasına yapılıyordu ama pazar tamamen kartellerdeydi, dağıtım bile yapamadıklarından kendi dağıtım kamyonlarını aldılar. Biralarını dağıtırken bu uğurda soyguna da uğradılar, yağmur çamur da çektiler ama bir amaçları vardı LEZZETLİ BİRA İÇMEK VE İÇİRMEK!! Logolarını 'i love ny'u yaratan adama yaptırdılar. Eski reçetelere uyarak her türden bira ürettiler ve durmadılar. 94 yılında filan usta Brewmaster Garett Oliver'ı da yanlarına alıp ilk tesislerini kurdular. Şimdi bir dev olmalarının haricinde. Brewdog, Firestone, Mikkeller ve binlerce küćük üretim yapan bira severlerin önünü açtılar. Amerika’da parmakla sayılacak kadar olan butik üretim tesisi sayısı şimdi binlerle ifade ediliyor ve her sene de artmaya devam ediyor. Türkiye’de Efes Pilsen’in pazar payının %90-95 olduğunu düşünün ve bu renksizliğinin ne demek olduğunu daha iyi anlayın. Bu arada Craft Beer ve Amerika dedik de Samuel Adams’ı unuttuk. Brooklyn kadar değerlidir butik üretimin gelişmesi konusunda ve zaten insanların 'evet abi ya artık düzgün bir bira içelim artık'ın ilk karşılığı ve tepkisidir. Bu tepki zaten en çok satanlara sokmuştur  Samuel Adams’ı.

 Craft Beer'in meyvelerinden BrewDog ekibinin son ürettiği biralardan
 biri olan 'Hello My Name İs Vladimir' Harika diğ mi?
 

Son olarak pazarın %90'ı Efes’te ve biz aynı pilavı yemeğe devam ediyoruz. Çünkü bunu bir kültür haline getiremedik. Sarhoş olmak, sarhoş etmek için içiyoruz. Lezzet, tat, keyif arayışı yok. Resmen 4-5 litre birayı işemek için içiyoruz. Saçmalık ki ne saçmalık.

Yine Son olarak cümleyi Türkiye'deki bira üretimi konusunda adım atan Gara Guzu ve Bira Atölyesi'ne teşekkür ederek bitirelim ve umarım ki kısa zamanda Asaf Vodvil Brewery'den çıkma bira şişeleriyle poz verme hayaliyle bu uzun konuyu, kısaca toparlamaya çalışmış olarak tamamlayalım.


25 Mayıs 2014 Pazar

21. Yüzyılda Romancılık

Bir kitap var, bir roman. Dış cildi deri, birinci kalite, ön yüzünde deri üzerine kitabın adı ve yazarın adı işlenmiş, müthiş bir görüntü. Deri cildi aşıp, kapağa gelince ustaca çizilmiş bir kara kalem çalışması ile karşılaşılıyor, gölgeler, çizim... kusursuz. Sayfaların hamur kalitesi, yazı stili, boyutu, mürekkep kalitesi, imlada hatasızlık, arka kapakta verilen bilgiler, ne kadar ustaca bir editoryadan geçtiğini ve yayınevi kalitesini ispatlamakta. Bununla birlikte kafada soru işareti bırakmayacak kadar özenle hazırlanmış bir biyografi ve künye bilgisi de mevcut. Romanın reklam çalışmaları başarıyla yürütülmekte, yazılı ve görsel medyada kendine sürekli yer bulabilmekte ve kitapçılarda da her daim ön raflarda yer alabilmekte. Hepsi bir yana kitabın yazarı bey, gayet alımlı ve cazip bir kimse. Söyleşi, davet, imza günü konularında bu fiziksel özelliği son derece işe yaramakta ve ilgi odağı olmasını kolaylaştırmakta. Şimdi bir bakalım:

1- Deri cildi hazırlayan,
2- Kapaktaki kara kalem çalışmasını çizen,
3- Editör,
4- İmla/dizgici,
5- Yayınevi genel yayın yönetmeni,
6- PR'cı.

En az 6 kişi işini kusursuz yapmış ve böyle başarılı bir sonuç elde edilmiş, buraya kadar sorunsuz. Şimdi buraya kadar romanın içeriğinden hiç bahsedilmedi bile... Roman kesinlikle boktan. Klişe bir konu, bayağı bir dil ile, oluşturulamamış bir kurgu içerisinde işleniyor, sonuç tamamen rezalet.

Peki, romanın içinde ne yazdığının bir önemi var mıdır? Gerçekten bunca şeyden sonra romanın içinde ne yazdığının bir değeri kalabilir mi?

Soma İçin... İkiyüzlülük ve Sahtekarlık İçin...

Soma'daki katliamın üzerinden neredeyse iki hafta geçti. İlk haftasında televizyon ve gazetelerde gördüğümüz şey acıydı, hüzündü, gözyaşıydı, kayıplardı, kalan sağlardı... İkinci haftasına girdiğimiz günden beriyse tek gördüğümüz 'Soma İçin...' girişimleri oldu:

- Dolmuşçular bugün Soma İçin çalışacak ve yardım toplayacaklar...
- Ünlü restoranın valeleri tüm bahşişlerini Soma'ya gönderecek...
- Futbol takımları Soma İçin yardıma girişti...
- Soma İçin kampanyaya başladık!
- Tüm konserler Soma İçin!
- Soma İçin bütün ünlüler birleşti!
- Milli takımdan Soma'ya destek...
- ...
- ...

Bu bir doğal afet değil, faili belli bir katliam. 3 kişi de ölse, 300 de, 300000 de ölse katliam. Kimse ölmese bile o madenlere birinin bilinçli olarak sokulması ise öldürmeye teşebbüstür. Bunun açıklaması bu kadar basitken, bir doğal afet gibi davranmak neden? Parayla sadaka dağıtmak neden?  

'Ne yani insanlar yardım etmesin mi? Bunun nesi yanlış?'

Yardım = Sadaka ise zihinlerde, evet etmesin. Yararı yok, zararı çok bu durumun çünkü. Mevzu paraysa, zaten maaş bağlanacak ölenin yakınlarına, sadakanıza ihtiyaçları yok; banka borcuymuş, ev kirasıymış... Ajitasyonu bırakın, bu ülkedeki 60 milyon insanın bu tarz sorunları var zaten. Yani kimsenin sizin sadakanıza ihtiyacı yok. Bu bir yardım da değil. Oradaki şartlar değişmedikten sonra, ne kadar yardım da edilse, maaş da bağlansa, babası ölen 15 yaşındaki Mehmet, 5-6 sene sonra askerden gelince yine o madende çalışmak zorunda kalabilecek. Ki bu da çok normal, madencilik bir sektördür, elbette birileri çalışcak. Sorun da burada başlıyor işte, bu sektörü kurtarmak için yardıma ihtiyaç var, ötesi için yapılan yardımlar sadece kişisel mastürbasyon. Ünlüler, üç büyükler, iş adamları, stklar, partiler, dolmuşçular ve hatta restoran valeleri; sadaka için değil; eğer gerçekten yardım etmek istiyorlarsa başta maden olmak üzere tüm sektörlerdeki, iş güvenliği, işçi hakları, özlük hakları, sigorta vb. gibi konular için çabalamalı, kamuoyu oluşturmalı, yapmıyorsa da ağzını açmamalı. Ayakkabı göndermek, Beşiktaş atkısı göndermek, 500 lira ceplerine sıkıştırmak, yardım yapanın vicdanını rahatlatır ve günü kurtarır belki ama eldeki 'Bir şeylerin değişmesi lazım!' fırsatının da kaçmasına sebebiyet verir.

Şimdi yazı bitmeden farkında olmadığınız ikiyüzlülüğünüzü yüzünüze vurmak ve belki kızarırsa yüzünüz, insanlığınızla tanışmanızı sağlamak adına söylemek istiyorum ki:

- İş yerinde masana çay bırakan, sigortasız çalışan Ahmet Abi'nin ölmesini mi bekliyorsun?
- Sürekli gittiğin berberde, 17 yaşındaki çırak Haydar'ın sigortasının varlığı üzerine bir fikrin var mı? Çocuğun köyden geldiğini ve berber dükkanında yattığını bilmene rağmen, bir kış gecesi berber dükkanının soğuğunda donarak ölmesinden sonra mı yardım etmeyi düşünüyorsun, cenazesinin kalkması için 3-5 kuruş?
-  Bizzat o çırağın ustası da, Soma İçin isyan etmedi mi ya da?
- Amcanın çalıştığı inşaatın 3. katından boşluğa düşen duvarcı Kemal Abi'nin sosyal hakları ya da tazminatı için bir şey yapmak aklına geldi mi? Ölseydi, o zaman bir başsağlığına gider ve bir yardıma ihtiyaçları varsa her zaman hazır olacağını belirtirdin belki.
- Garson arkadaşın Semih ve Mustafa'nın 2 aydır sigortasının ödenmediğini fark ettikten sonra, onlarla birlikte patrona gidip haklarını savunmasına yardım ettin mi? Mustafa'nın sürekli kullanması gereken ilacı, sigortası başlamadığı için alamaması ve bunun onun ölümüne sebep olması durumunda belki isyan ederdin ha? O zaman eminim elinden geleni yapardın!
- ...

İkiyüzlü, sahtekar, iğrenç insanlarsınız ve daha kötüsü bir çoğunuz bunun farkında bile değil. Yazık...

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Türkiye ve İslam Kültüründe Kadının Yeri: (Yoktur!)

- Türk kültürü, İslam kültüründen ayrı düşünülmez. 90 sene önceki batıcı cumhuriyet devrimi dahi, bu kültürün sarsılmasına sebebiyet olamamıştır. 
- İslam'da, kadının, erkeğin kaburga kemiğinden yapıldığı anlatılır. Yani alaycı bir anlatımla 'Sen benim tırnağım bile olamazsın.' durumu. Haliyle eşitlik daha başlangıçtan red edilen ve kabul edilmeyen bir şeydir. Eşitlikten de öte kadın bir nevi aşağılıktır.
- Kuran'ı şöyle bir kurcalayıp, miras kavramı, örtünme, evlilik açıklamalarıyla bile kadının erkekten aşağılık olarak tarif edildiği anlaşılabilir.
- Erkek üstsüz olarak spor yapar, kadının üstlü olarak spor yapması bile doğru değildir, ne işi var canım?
- Kadının sadece iki görevi vardır amını korumak, anne olmak. Evlilik bir başarıdır.
- Tecavüze uğrayan kadın kirlenmiştir, suçludur. Başı açıksa zaten hak etmiştir, türbanlıysa neden kendini koruyamamıştır, çarşaflıysa sokakta ne işi var denerek suçlanır, suçludur. Ve annesi, bacısı, eşi tecavüze uğramış bir erkek, tecavüze uğrayanın ölmesini daha çok yeğler, çünkü bu kirlenme ölene kadar onun alnında kalıcaktır.
- Tecavüz olası bir aktivitedir, bir istisna değildir. Keza erkeği, kadından kat kat üstün olarak tasnif etmiş bir kültürün sonucu, erkeğin kadına her istediğini yapma lüksünü de vermiş olur aynı zamanda. Kısaca tecavüz kaçınılmazdır.
- Kadın, kız, bayan tanımlarının her biri seksüel anlamlar içerir, bazıları yerine göre ayıptır.
- Seks kadını kirletir, erkeğin elinin kiridir.
- Erkek evin direğidir, lideridir. Haliyle evlenmemiş kadın yanlıştır. 
- Kadının çalışması doğru değildir.
- Çocuğu varsa çalışması bizzat yanlıştır.
- Çocuğun başına gelen herhangi bir kazanın, kötülüğün tek sorumlusu sadece ve sadece annedir, babanın böyle bir sorumluluğu yoktur.
- Seksin süresi erkek boşalana kadardır.
- Korunmak kadının yükümlülüğüdür.
- Hamile kalırsa, kadın suçludur.
- Bebek aldıran kadın orospudur.
- Seksten keyif alan kadın orospudur.
- Seksten bahseden kadın orospudur.
- Bırak sevgilisini, kocasına bile seks yapma isteğini dillendiren kadın orospudur.
- Sekste tecrübesiz olması ve fakat erkeğini mutlu etmesi beklenir.
- İyi oral yapamıyorsa aşağılanır, iyi oral yapıyorsa orospudur, aşağılanır.
- Tek başına eve çıkan kadın orospudur.
- Kadın başlarına eve çıkan kadınlar orospudurlar.
- Sevgilisiyle eve çıkan kadın orospudur.
- Boşanan kadın orospudur.
- Kocası ölerek dul kalan kadın hedefteki orospudur.
- Çocuklu dulsa çaresiz orospudur.
- Avrupa görmüşse kesin orospudur.
- Anayı, bacıyı, avradı kutsal olarak tasnif eden de, aşağılayan da erkektir. Bütün bu kutsamayı am üzerinden, aşağılamayı da sikiyle yapar.
- İş hayatına atılan kadınlar aşağılanmaya mahkumdurlar. Başarılıysa kaale alınmaz. Kaale alınmak zorunda bırakacak kadar başarılıysa da efemine olmak zorunda kalmıştır.
- 9-10-11-13-15 kadına evlenmesi için biçilen tartışma götüren yaşların bir bölümüdür. Bu yaş tartışmasını yapanlar sadece erkeklerdir. Üstelik doktor da değillerdir.
-...
-...
-...

Ortalama bir zeka düzeyindeki hiçbir kadının bu coğrafyada sağlıklı şekilde yaşama şansı yoktur. Bu coğrafya, bu kültür, kendini erkekten aşağılık gören kadınların varlığı sayesinde yıkılmamaktan kurtulmaktadır.

KAÇIN... KAÇIN... KAÇIN...KAÇIN...KAÇIN...KAÇIN...

12 Nisan 2014 Cumartesi

Ekşi Sözlük, Yazarlarının Sırtından Geçiniyor Önermesi Üzerine...

Senelerin bitmek bilmez tartışmasıdır bu, kurucu ssg, milyarları cebe indirdikten sonra daha bir şiddetli hale ulaşan tartışmaların da makul bir tabanı yoktur esasen. Neden mi yoktur?

Öncelikle bu kollektif internet sitesini oluşturan insanların isyanının aynısını, DonanımHaber, frmtr, Facebook, Twitter gibi sitelerin üyeleri dillendirebilir mi? Böyle bir isyan duyarsak, hak verme şansımız Ekşi Sözlük yazarlarıyla paralellik oluşturur mu? Parayı isteyenler Ekşi Sözlük yazarları olduğundan, yüksek ihtimalle bu soruya 'hayır' diyeceklerdir, çünkü 'yazar' titrine sahip olduklarından, yaptıkları işi, yazdıkları cümleyi daha kayda değer, daha paha edebilir buluyorlar olsa gerek. 25bin+ yazar sıfatına sahip üyenin, yazdıklarını para eder bulmasını 'komik' olarak açıklayabiliyor olsam dahi, bunu atlayıp, 'Evet, para edebilir...' desem dahi, ortada bir anlaşma, el sıkışma yok; basit tabirle ssg'nin tamamen kendi girişimi, zekası, sermayesiyle yarattığı kamuya açık bir duvar var ve duvarın üzerinde 'Buraya yazılan, okunur.' ibaresi eklenmiş.  Ve bütün bunlara rağmen, o duvara bile yazmayı zorlaştıran bir yazar-çaylak bendi eklenmiş bu girişimin varlığına. Site yıllar boyunca bir şirket görüntüsünden uzak, kişisel bir girişim, bir ideal olarak ırmağında akmış; ne zaman ki ssg verdiği paranın, harcadığı zamanın karşılığını almaya başlamışsa, 'Bizim de payımızı ver!' isyanları oluşmaya başlamış, başladı. Facebook, üyeleriyle bu kadar küresel büyümeseydi, şu an ki konumunda olur muydu? Kesinlikle hayır. O halde bu güne gelmesinde, senin de benim de payım yok mu? Kesinlikle var. E biz bu payı, parasal bazda hak ettiğimizi iddia edebilir miyiz? Mahallede açılan bir kafeyi sevmen ve eşle dostla oraya gidip durman sonrası, kafenin tutup; yörenin en piyasa, en kazanan mekanı olmasıyla birlikte, kendine pay çıkarman mümkün mü? Evet. Kafe sahibinin sana hisse vermesini istiyor olma halini makul bulabiliyor musun peki?

Bütün bunların haricinde bir iş ahlakın var mı? Halı saha maçını ya da kız arkadaşınla sinemaya gitmeyi, 'Dur şimdi, gündem yoğun Ekşi Sözlük'ün başında durup, başlık up'lamam gerek...' dedin mi bir kez olsun? Demiş olsan dahi bunun altında ticari bir güdü mü vardı, yoksa eğlence adı altında toplayabileceğimiz bir boş zaman hobisinin getirisi miydi bu?
Site çökünce, alfabede sıkıntı çıkınca, kod yazımında sorunlarla karşılaşınca, 'Yazılım departmanında sorunumuz var, en kısa zamanda çözülecek...' şeklinde bir sağduyuya mı sahiptin, yoksa 'Lan iki dakka bilgisayar başına oturalım dedik, adamlar bir siteyi ayakta tutamadı amk!' diye isyan mı ettin?
Ve eklemem gerekir ki, zaten nitelikli bilgi üreten kişi %100 değilse de belli olanaklarla yerini buladabiliyor bu ve bu tarz girişimler sayesinde. Blogger'lıkla başlayıp yazar olan da, Ekşi Sözlük yazarlığıyla başlayıp editör olan da, Twitter'da üyelik açıp ünlü olan da epey fazla bildiğiniz gibi. Hatta bu bile 'hak etti/etmedi' konusunda tutarlı bir veri olarak olagelmiyor malesef.

İnternet sitelerinin tek bir besin kaynağı var, 'tık'. tık = birey, bu sadece Ekşi Sözlük için değil, bütün internet okyanusu için geçerli. Ekşi Sözlük nitelikli bilgi üretirken para kazanmıyordu, ne zaman ki bir forum sitesi formunda yerelleşti, o zaman ticarileşmeye de başladı ('Her büyüyen girişim, yerelleşmeye mahkumdur!' Oscar Wilde). 'Yani ama biz sadece tık'tan ibaret değiliz...' deme lüksü de yok bu site üyelerinin, belki 3'ünün, 5'inin, 10'unun vardır; ben Ekşi yönetiminde olsam, belli ücret ve anlaşmalarla yazar transferi, anlaşmaları yapmayı düşünebilirdim zaten, herhangi bir yazar anlaşması nasıl yapılıyorsa, aynını da eklerdim elbette anlaşmaya; (Kaç saat mesai yapmalı, hangi türden kaç entry girmeli, izin günlerinin belirlenmesi, entry/alacak durumları, en beğenilen/prim uygulamaları vs...), ama dediğim gibi bunun olmadığı, tamamen keyfi ve kişisel bir girişim olarak üye kaydı yapan birisinin, işler büyüyünce kendine pay çıkarması bir tarafa, parasal pay çıkarmış olması, sahtekarlıktan daha kibar şekilde açıklanamaz.

Bütün bunların haricinde, bana bu yazıyı yazdıran Ekşi Fest 2014'ün yazarlara da paralı olması nedeniyle, başlayan üstümüzden para kazanıyor önermesinin tekrar şiddetlenmesi. Öncelikle yazı temelli bir websitesinin festival yapma gibi bir şirinliği olmak zorunda değil. Yapıyor olması ve ücretsiz yapıyor olması bir jest, bir görev değil. Bütün bunları kabullenmemek bir tarafa, bir festivale Bedük'ün gelmesi ile Manu Chao'nun gelmesi arasında epey kıdem ve maddi farklar da var.(Aslında Manu Chao gibi siyasi fikri meşru olan bir grubun nasıl bir maddi yüke tekabül ettiğini de epey merak ettim, belki açıklarlar.) Bunun da festivalin bedelini, bilet fiyatlarına yansıması çok ama çok normal.

Evet ay dostlar, eskiden sadece bir salıncak, bir tahtarevallinin olduğu o ufacık parkta daha çok eğleniyorduk, daha samimiydik, daha çok gülüyorduk. Ama artık o park yıkılıp, bulunduğu yere dev bir lunapark yapıldı.  Bu gerçekliği tartışalım, elbette tartışalım ama, kuru gürültü olarak yansımasın bari, hepimiz yaşını başını almış insanlarız sonuçta. (gülücük)

3 Nisan 2014 Perşembe

Aziz Nesin'e Diss...

Konumuz aslında Aziz Nesin'in söylediği bir kaç cümlenin kullanım şekliyle alakalı, Aziz Nesin'in kendisinden ziyade. o cümleler şunlar:

"Yarın öbür gün bu dinciler iktidara gelip, İmam Hatip'ten yetiştirdiği talebeleri yargıç, avukat, hekim, mühendis, belediye reisi gibi devletin her koluna atayıp,
en son da bu talebeleri Harbiye'ye sokarak orduyu ele geçirip devleti her koldan kuşatacaklar.
Ama şu an kimse bunun farkında değil!"

Bu açıklamalar bir tek bana mı salakça geliyor dostlar, yetiştirdiği dememiş mi bu adam? Üniversite mezunu bir mühendisi, avukatı, yargıcı, belediye reisini ne yapmak istiyoruz yani İmam Hatip'ten çıkmış diye, öldürelim mi, analarını mı sikelim, napalım ya?

İrtica ila mücadele, darbe, askeri vesayet, baş örtülü kadınları okula sokmamakla mı çözülecekti bu sorun? Bu bir çözüm mü? Bu düpedüz, dimdik duran bir faşizm değilse nedir?

Onlar, -dindar, dinci, muhafazakar, şeriatçı artık neyse işte, o kesim- kendilerini yetiştirebiliyor, devletin içinde görev alabiliyor, koordine olabiliyor, çalışıyor, didiniyor iken; sen Atatürk'ün o biricik askerleri olan, kutsal postal yığını orduna güvenmek yerine; eğitim, kültürel, sosyal sistemlerini düzeltip daha iyilerini yetiştireydin, düzgün bir ülke kuraydın, demokratik olaydın, ulusalcı, dindar faşizmini bırakaydın bu durumda olur muydu bu ülke?

Sen askerin tankına güvenirken iyisin de, onlar cemaatleşip, devlete sızınca mı şerefsiz, haysiyetsiz oldular yani?

Kürtleri yok edelim, dindarları irtica ile mücadele deyip yok edelim, Alevileri yok edelim, YOK EDELİM Kİ VAR OLALIM diye diye kendi bokunda boğulan bir ülke yarattınız sonunda. Ve şimdi o mağdur ettiğiniz bütün kitleler, siz onların başlarını ezmeye çalışırken, yumruklarını sıkıp ettikleri intikam yeminini gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Bunu bu ülke hak etti, hakkını da alıyor; fazlasını değil.

29 Mart 2014 Cumartesi

Yarınki Seçim Üzerine Atıp Tutmacalar...

Türkiye Geneli: AKP %36, CHP %29, MHP %15, HDP-BDP %9

İstanbul: %42-43 dolaylarlarında AKP ve CHP'nin eşit oy alacağını düşünüyorum, bakalım ipi kim göğüsleyecek? Sırrı Süreyya'nın belediye başkanı olmasına gerek yok, mevzu HDP-BDP'nin güçlenmesi; Sırrı'nın %10'u geçmesi demek, genel seçimlerde barajı aşmaya daha fazla inanmak demek. İsteseniz de, istemeseniz de bu ülkenin aydınlık geleceğini yaratacak parti HDP-BDP'den başkası değil.

Ankara: Melih Gökçek gibi bir adam var karşımızda değil mi? Utanmaz, ahlaksız, işgüzar, kolpacı, sahtekar, huysuz, ruhsuz, estetikten anlamaz, ilim bilmez, kitap bilmez, sinkaf üstüne sinkaf hatta... Yine de en muhalifi, CHP'ye en çok inananı bile, Melih'in %40'ın aşşağısına düşeceğini pek tahmin etmiyor değil mi? İşte bu Adnan Menderes'ten beri, CHP'nin kavrayamadığı, ANAP'ın ve AKP'nin ekmeğini yediği politikanın özü ve en net görüntüsü. Ekonomi kötüye gitmiş olmasa, Dolar-Euro fırlamasa CHP'nin Ankara'yı alması imkansız derdim, ama bu politikanın sekteye uğradığı tek nokta ekonomik tutarsızlığın baş göstermesi, yoksa bakara-makara, yolsuzluk, reza meza %1 bile etkilemezdi oy kaybını. Bununla birlikte Melih Gökçek'in 2 senedir Twitter'la yatıp kalkması, esasen kendi seçmenini kendinden uzaklaştıran bir hadise, en kral partici bile Twitter'a atar yapan Melih'e "Boş işlerle ne uğraşıyon amk!" der keza. Ankara'da MHP %20 alırsa, Melih tekrar seçildi demektir. Oy kayması olur mu? Umarım olur.

İzmir: Aziz Kocaoğlu, %51'in üstünde oy alıp seçilcek orası kesin ama AKP'nin de %40 civarı oy alacağını düşünüyorum.

Bu seçimlerden tek beklentim ve isteğim batı illerinde HDP'nin oy potansiyelini arttırması ve BDP'nin oyunu katlaması ve Urfa'yı da hanesine eklemesidir. 

3 büyük kentte 2 AKP, 1 CHP durumu var, denge CHP'nin lehine 2-1 olarak dönerse Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığının yetkilerini arttırmak için anayasıyı kırk yerinden değiştirir ve yaza cumhurbaşkanı olur diye düşünüyorum. Denge aynı kalır Ankara ve İstanbul, AKP'de kalırsa, cemaatçiler yandı ki ne yandı, muhalif yazarlar yandı ki ne yandı; müebbetler, gözaltılar havada uçuşur seçimden hemen sonra. Ve aynı şiddetle ve hızla genel seçime hazırlanır Tayyip Erdoğan.

Uzun vadede CHP'nin bile kurtuluşu HDP-BDP'den geçiyor. Seneye olan genel seçimlerde barajı aşmış bir HDP-BDP, CHP ile koalisyon hükümeti kuracak pozisyona gelebilir ve bu HDP-BDP'den çok CHP'nin işine yarar. CHP'nin çıkarcı politikasıyla bu iş olmaz elbette, değişmesi ve değişeceğini ispat etmesi gerekir, gerekecek; bakalım neler olacak...

Oyum elbette ki HDP'ye canım, söylememe gerek mi var?

23 Mart 2014 Pazar

Türkiye'de Politika: Sidik Yarışı!

Bu tam olarak neyi motive ediyor, neyin haklılığına yol sağlıyor, hangi argümanı destekliyor? Zerre anlamıyorum. Bu dediğim ney mi? Anlatayım...

Akp, mitinge her gelene 20 lira veriyormuş.
Bedava otobüs kaldırıyorlar, yiyecek, içecek her şey dağıtıyorlar bedavaya.
Başka şehirlerden otobüsle insan taşıyorlar.
Fotoşop hepsi ya, o kadar kalabalık değil, kimse gelmemiş, bomboşmuş meydan.
10 kişi getirene 200 lira veriyorlarmış.
Twitter'da Akp için twit atanların hepsi paralı çalışan.

Ya konumuz politikaysa, bu nedir ya? Manipülasyon yanlış bir şeydir, doğru da senin derdin manipülasyona mani olmak değil ki, kendi sidik yarışını kazanmaya çalışmak:

Anıtkabir'e 1 milyon kişi.
Atatürk'ü seven 100 milyon insan arıyoruz.
Bu ayeti beğenen 9999 kişiyiz.
En güzel imza Atatürk'ün diyen 5 milyon insan.
Kur'an Kerim için beğenen 1 milyon Müslüman.
En güzel bayrak ay yıldız diyen 70 milyon Türk.

Kötü olan kısmı, buluyor olmaları. Evet buluyorlar o kadar insanı, o zaman arşa değiyor belki başları bilemiyorum. 

Sadece sayı ve güç yarıştıran kalabalıklardan ibaret bir toplum olmak nasıl da zoruma gidiyor. 

Hayır bir de o kadar yersiz ki!

İzmir mitingi için, o kadar kalabalık yoktu, fotoşop diyen adam açsın baksın, son genel seçimde 1 milyon oy almış lan adamlar İzmir'den, sanki %3 almış da, o kadar kalabalık olması imkansız diye beylik taslıyor.
Bu kadar boka bulanmış, pislik içinde yüzen bir parti var iktidarda, muhalif cephe sadece o partinin %40'ın altına düşmesine bile razı, böyle saçma bir durumla karşı karşıyayız; ama hala tek derdi meydandaki kalabalık fotoşop amk diye diretmek. Lan adamlar %35 oy alsa yenilmiş sayıyorsun onları, %35, 15 milyon oy! 15 milyon oy alan bir partinin mitingine 20 liraya adam gelse nolur, gelmese nolur. Sorun burada fotoşop mu sadece gerçekten, bu kadar sığ ve salak nasıl olabiliyorsunuz anlamıyorum ki!

Tatava Yapmadan, Hiçbir Şey Yapmam

Yerel seçimlere 1 hafta kala, biraz tatava yapmak gerektiğini düşünüyorum...

Önce önümüzdeki yegane gerçeğe değineyim, aksi halde yazdığım her şey bu gerekçe sebep gösterilerek yok sayılacak:
 Bu seçim olması gerekenden daha önemli, keza diktatörlüğe meyleden ve bunun için sandıktan çıkan sonuç haricinde hiçbir şeyi umursamayan bir başbakan ve iktidar partisiyle karşı karşıyayız. Bu bağlamda bir nevi yerel seçimin ötesinde, "Bu partiye ve lidere 'evet' mi, 'hayır' mı?" referandumu görüntüsünde aynı zamanda bu seçimler.

 Tamam. Doğru. Haklı bir söylem, ama sorun şurada, biz zaten tatava yapabilecek herhangi bir siyasi birikime haiz değiliz ki! Bu nedenle de, bu seçimde tatava yapmayarak iktidarı geriletebilmek, uzun vadede gene bir kazanıma sebep ol-ma-ya-cak!

 Popüler söylemler çok hoşumuza gidiyor, "Apolitik denen nesli görmediniz mi Gezi Parkı'nda!", "İlkokulludan, yaşlısına herkes alanlarda artık!" vs...

 Apolitik denen nesil, "Atatürk'ü seviyorum." dediği için politik olduğunu sanıyor artık. Bir Müslüman, sadece Müslüman olduğu için bir siyasi cephenin taraflısı. Kürt, Kürt doğduğu için politik bu ülkede. Herhangi bir siyasi birikim, tarih okuması, sosyal-kültürel olayları takip, açıp bir gazete okuma ihtiyacı, ... hiçbiri yok, hiçbirine bir yönelim de yok.  Mesela "Hakan Fidan kimdir? Ne yapar?" Son 3 sene Hakan Fidan adını kaç yüz bin kere duyduk değil mi? Demek ki önemli bir adam bu, peki kim bu? Apolitik yakıştırmasını zül addeden bu Gezi Direnişçisi, bu Ak Gençlik, bu Apo'cu büyük genç kitlenin, ya da soruyu direk muhattabına sorayım, 'tatava yapmayıp basıp geçeceklerin' %5'i merak ediyor mu?  Daha partilere, adaylara, ideolojilere, kurumlara gelmedik bile...

 Tatava yapmadan bunu geçtik diyelim, bir kaç ay sonrasında cumhurbaşkanlığı seçimi olucak, o zaman da büyük ihtimalle tatava yapmamak gerekecek, cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasındaki genel seçimlerde tatava yapma şansımız var mı? Hiç sanmıyorum, o zaman da tatava yapamayız, çünkü tehlike büyük. İlla tatava yapmak isteyen gitsin sınıf başkanlığı seçiminde yapsın tatavasını (mı?)

 İnandığım tek bir şey var, tatava yapmadan iyi hiçbir şey olmaz. Basıp geçerek de bir ülke kurtulmaz. Evet, Akp en kibar tabirle anasını sikti ülkenin, dahasını yapmak istiyor, isteyecek de... Ama 1930'lu yıllarda da değiliz, Ortadoğu'da da değiliz. Türkiye'nin en büyük kazanımı yarım yamalak da olsa Batı'nın çorbasından bir kaşık almış olması. Yani demem o ki, Türkiye bir Hitler Almanyası'na da, bir Kuzey Kore'ye de, bir Mısır'a da istese de, zorlasa da dönüşemez. Bununla birlikte Hitler de, iktidarını tatava yapmadan basanlara borçlu. Kuzey Kore'de hala tatava yapan yok zaten. Batı'nın çorbasını kaşıklamak istersek güzel şeylerden bahsetme şansımız olur, ama elin Avrupalısı tatava yaparak bu günlere geldi işte...

Not: 'Tatava' tanımını 'düşünmek' ile eşdeğer tutarak kullandım çoğunlukla, çünkü verilcek bir oydan önce yapılması gereken tek şey düşünmektir.
Not2: 'Batılılar sanki çok iyi durumda ya!' ukalalığını eleştiriden kabul etmiyorum, istediği ama istediği kadar kötü durumda da olsa; birinci olmak için, birinciyi geçmen gerekir.



17 Mart 2014 Pazartesi

Karşı Gazetesi, İstifalar, Reklamlar...

Konu şu, protest şiarlar üzerine kurulduğunu iddia eden Karşı Gazetesi, tam sayfa Ağaoğlu reklamı almış sayfasına, bunun beraberinde de bir çok yazarı basmış istifayı...


Gazete döndürmek zor iş, gazete dediğin reklam olmadan zaten ayakta durmaz, bu devirde gazete çıkarmak kolay mı sandın? şeklinde sorularla her saçmalığa bir kulp takılabilir elbette ama, öncelikle şu sorulmalı; Karşı Gazetesi kar amacı güden ticari bir girişim midir? Eğer ki böyle bir amacı da varsa, 'karşı' sıfatını kendine layık görmesi, ancak kendi sığlığını pekiştirmeye yarar. Bireylerin çelişkileriyle, kurumlar arasında paralellik kurulup bir empati haklılığı da sağlanamaz asla.

Karşı Gazetesi ticari bir girişim değil de, bir haklı dava projesiyse de oraya Ağaoğlu reklamı ge-le-mez. Ağaoğlu'nu, reklam alıyor olsan dahi eleştiriden asla kaçmamış olman senin cesaretliliğini ya da duruşunu da göstermez; Ağaoğlu'nun gösterdiği omurgasızlığa sahip olduğunu gösterir o kadar. 'Reklam almamak > reklamı yapılacak şirketlerin politikasına dikkat etmek > reklam almak' gibi bir denklem oluşturursak ve sen bu denklemin ancak 'reklam almamak' kısmında olman gerekirken ve buna rağmen ikinci sırayı da atlayıp, direkt davana ters düşecek bir hamle yapıyorsan; bunun 'ama'sı o-la-maz.

Birgün Gazetesi, 5 bin tirajla aylardır, belki senelerdir döndürüyordu devranını. Şu anda 20 bin tiraja doğru ilerliyorlar. Karşı Gazetesi, daha çıktığı hafta 20 bin tirajın üzerinde bir rakamla başladı yayın hayatına, bu nedenle burada bir terslik var; bunun tahmini de bana kalırsa şu:

Birgün ve türevi yayınlarda içeriğe katkısı olan, yazarından muhabirine, hemen hiçbiri ya para almıyor, ya da kazanabileceğinin epey azına davası için eyvallah diyorlar diye tahmin ediyorum. -böyle de olmalı.-
Karşı Gazetesi'nin içerik ekibi, yazar ekibi eğer güzel maaşlarla gelmişlerse o köşelere, hiçbirini ama hiçbirini istifasında haklı görmem, göremem. Karşı'ya yükledikleri misyonu, baştan, daha oraya gelirken tüketmişlerdir çünkü. Ha mevzu tamamen patronların bir ticarileşme hareketiyse de, yazık ettiler cağnım gazeteye...

8 Mart 2014 Cumartesi

The Broken Circle Breakdown - "Çocuğum öldü, karım öldü; ağlayamayan net mal!"



Sinemanın, videonun tekniğinden anlamam. Bir dönem kafa da yormaya çalıştım ama beceremedim; hiçbir filmi o gözle izleyemiyorum. Benim için her şey, her sanat ürünü hikayesiyle var oluyor. Hikayeye bakıyorum, onu takip ediyorum, onun üzerine düşünüyorum. Bu kötü mü, bilmem, bir şikayetim yok benim; ama bir filme, iyi ya da kötü dememi etkileyen herhangi başka bir gerekçem yok, hikaye nasılsa, o.

The Broken Circle Breakdown da kötü bir film benim için. Ama neden kötü? -Tamamen filmi anlatıcam buradan itibaren, "Niye sonunu söylüyon amk?" deyecekler okumasın.-

Öncelikle filmden biraz bahsedeyim; iki karakterimiz var, Didier ve Elise; hikaye anlatım olarak flashback ve flashforwardlardan yararlanarak süreğenliğini sağlamaya çalışmış; o nedenle tanışma hikayelerini ilerki bir sekansta görebildiğimiz gibi, ileride yaşanacak olan bir hadisenin bazı bölümlerini de önceden tecrübe edebiliyoruz; bunun tekniksel manada tanımı ne bilmiyorum ama, parçaları kronolojiden bağımsız, dağınık vaziyette sunarak, bütüne ulaşan bir kurgu diyebilirim. Sırf bu nedenle, 15. dakikada kapatmayı düşündüğüm filmi, sonuna kadar izledim mahçup olabilirim diye, fakat haklı çıktım. (gülücük) Didier, bir folk müzik grubu üyesi, hippiliğe selam çakacak bir fıtrata sahip, saçı-sakalı salmış, şehir merkezinden uzakta müstakil -saray gibi- bir evi var, karavanı var, arabası var, atı bile var amk. İnşaat işinden anlıyor, banjo çalıyor, ateist ve düşüncelerini paylaşmaktan çekinmiyor, hatta düşüncelerini paylaşma konusunda saldırgan olan bir kardeşimiz. Tabi bu karakter tahlilini yapacak anlara tanık olmak için filmi epey izlemek gerekiyor, kurgusu gereği. Elise ise, dövme sanatçısı, bütün vücudunu dövmüş, inançlı olan bir kimse -Didier'in grubuna solist olarak katılıyor ilerleyen zamanlarda-; Didier de, Elise de herhangi bir karakteri sahiplenmiyor, tanımlamıyor, inandırmıyor, ama bize bunu sunuyorlar, biz de izliyoruz işte... Elise'in inançları herhangi bir ilahi dinle bağdaşmıyor olsa da -hac kolyesi dışında diyelim-, ilahi dinlere karşı saldırgan söylevlerinden rahatsız oluyor Didier'in...
Didier için, şehir dışında müthiş bir evi var dedik, karavanı var dedik, arabası var dedik, atı, bir çok hayvanı var dedik, kaynak işinden, inşaat işinden, teras ya da veranda yapma işinden anlıyor dedik. Bununla birlikte düşünüyoruz tabi, Didier'e bu para, birikim nereden geliyor? Toplamda 30 kişilik bir kitleye çaldıkları, ufak pub konserlerinden mi? Grup işini belki de keyfine yapıyordur, aileden zengindir diye düşünüyorum; ama Anneler Günü'nde gittiğimiz anne evini görüyoruz ki, ufak saksılar falanlı, tezgahın fotoğraf çerçeveleriyle süslü olduğu, 2+1 akraba evi konumunda. Hele kaynak ve inşaattan anlamasına dair bir bilgi, flashback niye çok görüldü izleyiciye, sanki adam kumdan kale yapıyor amk, bildiğin salak yerine konuyoruz. Ama sinema ve ajite dilini içselleştirmem gerektiğini fark ediyorum sonra. Ne kurcalıyorsun olm, doğayla iç içe muhteşem bir ev, müzik yapan bir adam, güzel bir kadın, çatır çatır sevişiyorlar; para derdi, geçim derdi yok, görüntüler çok güzel, mest ol işte. Tabi bununla birlikte filmin başından beri sekans sekans gördüğümüz ufak bir de kız çocukları var; kanser. 

Çocuğun bilinçli yapılmadığını görüyoruz bir sahnede, Elise geliyor ve 3 aylık hamileyim diyor. Adeti hep düzensizmiş, önemsememiş; bahanesi bu. Çünkü Elise, Hakkari'den başlık parasıyla geldi Belçika'ya; doğum kontrolden de haberi yok, en azından şüphe duyup, kürtaj süresi geçmeden bir plastiğe işemeyi de akıl edemiyor, nerden etsin canım. Bebek geliyor işte, siz de çok kurcalamayın daha fazla. Didier, önce beklemediği bu habere sinirlense de, bir saat sonra çimento, mimento zulalayıp bebek odası inşasına başlıyor. 

Ev partileri, hippi görünümlü, şimdinin hipster kılıklı tipleri, biralar, müzikler falanlar; ulan uyuşturucu niye yok deyip durdum. En azından ot nasıl içmiyor bunlar, nasıl rafine bir ortam yaratımı bu? Bütün vücudu dövmeli bir kadın, saç-sakal tıraşı olmayan, folk müzik yapan, Amerikan hayranı bir adam, bu tanımlamanın benzerlerine uygun kılıklı onlarca insan, alkol akıyor, sigara tütüyor, ama hayır, kamu spotu: "uyuşturucu kötüdür!"

Sonra kızları kansere yeniliyor; depresyon başlıyor. Cenaze sahnesi o kadar kötüydü ki özellikle ya da bilmiyorum ben mi çok didikliyorum ama anlatayım, cenazede birisi sessizce bir şarkı dillendirmeye başlıyor ve sonradan diğerleri de eşlik ediyor; bunda bir sıkıntı yok epik bir durum. Sıkıntı şurada, şarkıya back vokal falan yapıyor biri, ya kardeşim şarkı ritmine uygun okunmaz ki, müzisyen de olsan okunmaz yani; insansın, mutsuzsun, iyi değilsin, bir sekme olmalı, takılınmalı; o sahnede biz söylediğiniz şarkının güzelliğine vurulmamalıyız, burukluğuna vurulmalıyız; ama hayır burada da ajitasyonu damardan alıyoruz, kusursuzluğun aslında büyük bir kusur olduğunu görmezden geliyoruz. Ve sonrasında Elise başka biri oluyor; agresif, manik, paranoyak, suçlayıcı, saçma sapan, tutarsız duygulara sahip biri oluyor falan. Tabi biz ona da eyvallah deyip, drama uyumu sağlıyoruz. 

Film 2 saat, çocuklarının ölmesi hadisesi henüz 40. dakikada falan oluyor. Yemin ediyorum, direk son 10 dakikaya gelsen, zerre bir şey kaybetmezsin çünkü yok. Yönetmen burada, Didier'e antiteist bazı söylemlerini dillendirmek için hazırlıyor, daha fazla kızdırıyor falan. Elise, Didier'den ayrılıyor. İsmini Alabama olarak değiştiriyor, -gerekçe olarak Kızılderililerin inancını referans gösteriyor- ama grupta söylemeye devam ediyor. Bütün konserlerini sikindirik publarda, 20 kişiye veren grup; bu konserini dev bir salonda veriyor, Beyaz Kelebekler misali bir kostüm de yaptırmışlar falan, salon dolu, nasıl oluyor bu? Çünkü Didier, bu konserde hitabetini konuşturup, vaaz verecek -nasıl?ını siktir et.: 'Sikeyim sizin dininizi, inançlarınız o kadar saçma ki, allah yok, yok amk! Benim kızım öldü, sırf bu gericilerin, bilimdeki ilerleyişleri etik bulmayıp, engellemeye çalışmaları nedeniyle, yeter, bıktım!!!' -Tamam sevgili yönetmen-senarist; burada birikimini konuşturmak istiyorsun, yüzümüze vurmak istiyorsun cahilliğimizi de, ulan Ingmar Bergman Seventh Seal'ı 60 sene önce çekti, senden daha kayda değer söylemleri dinlendirdi, kime çekiyorsun sen bu filmi amcık ağızlı! Karakterin tutarlılığına inansam, yönetmenin değil karakterin birikimi olarak sahiplenip, makul bulurdum tiradı; ama ortada bir yaratım da yok karaktere dair.-

Elise, -pardon Alabama- salonu koşarak terk ediyor, dövmeci dükkanında hapla intihar ediyor. Aynı gece onu görmeye giden Didier, hastaneye yetiştiriyor onu. Ama malesef beyin ölümü gerçekleşen Alabama'nın, ölüm emrini Didier'den vermeleri isteniyor. Bu gericiler yüzünden, bilimin ilerlemesi yavaşladı ve benim çocuğum öldü diyen Didier, karısının organlarını bağışlayıp başka hayatlar kurtarmayı düşünmüyor bile, bizim de aklımıza gelmiyor bu, çünkü Alabama'nın fişi çekilirken, grubuyla müzik yaparak veda ediyor Alabama'ya ve biz bu şiirselliği göz yaşları eşliğinde izleyerek, öyle bir kahroluyoruz ki, bunu daha önce Babam ve Oğlum'da da yaşamıştık, o da ne muhteşem bir filmdi, diğ mi ya? diye düşünüyoruz.

YAPTIĞINIZ FİLMİ SİKEYİM, HIIAAMINI.

3 Mart 2014 Pazartesi

Guess Who's Coming To Dinner Üzerine Düşünmeceler...

Judgment At Nuremberg, Inherit The Wind ve bugün izlediğim Guess Who's Coming To Dinner'la birlikte Stanley Kramer'ın sinemasını, birer düşünce anlatma metodu olarak görebileceğimi düşünüyorum. İlk film için düşüncelerimi daha önceleri bir yazıda paylaşmıştım, Inherit The Wind'de bir gün nasibini alacaktır ama bugünün konusu siyah-beyaz ırk ayrımı temalı diyebileceğimiz Guess Who's Coming To Dinner olacak.

Öncelikle film 1967 yılı yapımı olduğu için değerli, daha doğrusu olması gerektiğinden daha fazla değerli. 1967 yılında Amerika'da, siyah ırktan bir kişiyi, beyaz ırktan bir aileye damat getirmek; bunun filmini yapmak cesur bir harekettir, çünkü Martin Luther King 1 sene sonra silahlı saldırı sonucu öldürülecektir, çünkü ilk siyahi başkan Obama henüz 6 yaşındadır, çünkü ırkların eşitliği yasası kabul edileli henüz 3 sene olmuştur ve bir çok eyalette farklı renklerdeki ırkların evliliği hala yasal olarak kabul edilmemiştir.

Film esasen rahatlıkla bir tiyatro oyunu olarak da sahnelenebilir. Çünkü öğle saatlerinde, ailesine evleneceği adamı bir sürpriz yaparak tanıştırmak için gelen Joey'in, akşam yemeğine damadın ailesini de yine sürpriz bir şekilde davet etmesi ve bu davetin gerçekleşmesi kadar kısa bir süre içinde geçer bütün film; gelin ve anne-babası, damat ve anne-babası ve Mansenyör Ryan ile evin hizmetlisi Tillie'den ibarettir esasen bütün kadro ve diyalog üzerine kurgulanmıştır bütün film diyerek, iğdiş etmeye başlayayım...

Stanley Kramer belli ki bir dava adamı değil, ama düşünen, zeki bir adam, bir aydın. Zekasını Spencer Tracy üzerinden seslendirmeyi seviyor; Spencer Tracy, Joey'in babası rolünde olan Matt, bulunduğu bölgenin gazetesini çıkaran liberal bir entelektüel. Eşi Chris de kendisi gibi liberal, çağdaş bir karakter. Kızlarını renk ayrımcılığının, ırk ayrımcılığının, inanç ayrımcılığının kötü olduğunun düsturuyla büyüttükten sonra, karşılarında zenci bir adam görünce şoka uğrayan bir aile...

Burada durup şundan bahsetmeliyim, filmin neden-sonuç ilişkisi baştan zayıf kalıyor; damat John, bir doktor, çok başarılı bir doktor; Avrupa'da, Afrika'da işleri olan, Amerika'daki çeşitli üniversitelerde dersler veren bir doktor, zenci bir doktor. İşleri yoğun olduğundan süresi kısa, sadece o gün Joey'in ailesi ile tanışıp, tekrar yollara düşmek zorunda olan bir doktor ve eşi olmasını istediği kadınla, yani Joey ile henüz 10 gün önce tanışmışlar. Ve ortak bir kararla, 2 hafta sonra Cenevre'de evlenmek istiyorlar, John'un sadece bir günü olduğundan ve Joey'in evlenmeye olan kesin kararı nedeniyle, ailelerine aynı gün içinde hem evleneceklerini söylüyorlar, hem de kararınızı akşama kadar verin diye ekliyorlar... Bu bilgiler doğrultusunda olayı beyaz-siyah ırka bağlamak çok saçma; çünkü aynı ırktan, aynı mezhepten, hatta bir elmanın iki yarısı da olsan; 10 gün önce tanıştığın biriyle, 2 hafta sonra evlenmek istediğini ailene söyleyip, aynı gün içinde daha tanımadan, etmeden rıza göstermelerini beklemen; en kibar tabirle zalimliktir, ya da kısaca zaten rıza falan umrunda değildir senin. (ki olmak zorunda da değil ama filme göre devam ediyorum...) Ama John karakteri, yani zenci doktorumuz, öyle sıradan bir karakter değil. Aile ile tanıştıktan beş dakika sonra, anne ve babanın yanına gidip, "Eğer sizin rızanız olmazsa bu evlilik olmaz, kızınızla aranızı bozmaya hakkım yok." diye bir konuşma yapar, gün içinde de anne ve babayla olan diyaloglarında da görürüz ki, John gerçekten müthiş bir kişiliğe sahip, tertemiz bir adamdır; Joey doğru adamı bulmuştur. Asıl kaygı da zaten, renkten ziyade; toplumun bunu nasıl karşılayacağı, bir toplumda bu şekilde nasıl yaşanacağı, doğacak çocukların yaşayacağı sıkıntılar olarak şekillenmeye başlar. Olaya John'un ailesinin dahil olması da aynı sorunların tekrar edilmesinden fazla bir şeye neden olmaz; burada Stanley Kramer'ın dava adamı olmayışının olumsuz yanlarını görüyoruz bir nevi; ırk söylemi üzerine geliştirilebilecek bir çok detay var iken, bir nevi nesil çatışması ve "toplum buna hazır değil"in etrafında döner durur film... Bu döngüyü bir nebze kırabilecek olan tek karakter, evin hizmetçisi Tillie'dir; Tillie karakteri, zencilerin, beyaz ırktan aşşağı olduğuna inanmış ve elindekileri şükretmeyi makul sayan birisidir. Ve Tillie'nin sert çıkışlarındaki, inanmışlık ve bu inanmışlığın tamamen tabansız olması; renk ayrımının saçmalığını anlayabildiğimiz en güzel anlardır. Bahsetmek gerekirse de Mansenyör Ryan karakteri, filmin anlatmaya çalıştığı fikirlerin nirvanasıdır.

Bununla birlikte çooook beğendiğim iki detayın peşpeşe olması da harikaydı: John'la tanışmanın şokunu henüz atamamış olan, Joey'in anne ve babası, az dışarı çıkıp kafa dağıtalım yauv diyerek, dondurma yemeye giderler. Daha doğrusu sadece babası yer dondurmayı. Sevdiği dondurmanın neli olduğunu hatırlayamaz ama garson kızın saydığı seçeneklerden biri olduğunu düşündüğü dondurmayı seçer ve ister; fakat gelen dondurma geçenlerde yiyip, beğendiği dondurma değildir, bir an için bu duruma çok kızar; lakin sonra, ama bu da lezzetliymiş yaa diye düşünüp, yemeye devam eder. Şimdiii sadece bu dondurma metaforu bile, "bilmediğimizden korkarız." sözünü çok güzel açıklıyor. Bilmediğimiz her şey karanlıklar içindedir ve farkındaysanız karanlıkların içine her zaman kötü, pis, korkutucu şeyleri saklamışızdır. İyi olduğunu anlamak için, bilmek zorundayızdır; sevdiğimiz dondurma dışındaki bütün seçenekleri yok saymayı bırakıp, diğer seçeneklere de şans verir ve öğrenmeye çalışırsak, zenginleşebiliriz ancak...

Neyse dondurma yenir, araba ile geri geri çıkılacakken, arkadan geçen bir araca çarpar baba Matt, suçludur ve özür dileyerek arabadan çıkar; oysa karşısındaki adam anlaşılabilecek birisi değildir, küfürler yağdırıp durur, hakaretler savurur; bakkaldan mı aldın ehliyeti, yaşlı bunak, senin evden bile çıkmaman lazım... durmak bilmez, Matt çıldırır, al der ve para uzatır, bu verdiğim zarardan fazlasına yeter, arabasına atlar ve hemen oradan uzaklaşır. Böyle deyince gayet normal geliyor değil mi? Evet, bazen öyle aptal, sakinleşmeyen, anlaşılınabilmesi mümkün olmayan, kindar, salak insanlar vardır, olabilir deyip geçebiliriz değil mi? Ama o adam bir zencidir. Bu nitelik, bir anda olayın tersine dönmesine neden olabilir bir çokları için. Türkiye için buna örnek olarak, Alevi diyebiliriz. Ermeni'ymiş diyebiliriz. Bir çoğumuzun suçu makul bulmasını sağlayacak bir niteliktir bunlar, hatta suçu bırak, eğer ki bu nitelikteki insanlar masumsa, suçluyu bile haklı bulmalarını sağlayacaktır bir çoğunun... Oysa paragrafın başında ırk, inanç, renkten bahsetmeyince gayet normal bir insan algısı oluşmuştu herkeste, işte bütün mevzu da o değil mi zaten?

Son sahneye yaklaşırken, John'un babasının, evliliğe olan karşıtlığını; bana borçlusun, seni büyüttüm, seni okutmak için 30 sene it gibi çalıştım... edebiyatını yapması sonrası John delirir ve "Sizin nesliniz kendi haklarınız için hiçbir şey yapmadı ve bizi durdurmak için de elinizden geleni yapıyorsunuz, hepiniz ölene kadar bunu başarmamız mümkün değil! Ben sana borçlu değilim, sen bana borçlusun; beni bu dünyaya getirerek kendi sorumluluğunu yarattın ve ben de kendi çocuğuma karşı borçluyum. Ama kimsenin sahibi değiliz, bu benim hayatım!" diye süregiden söylevini, "Baba, seni seviyorum. Ama sen kendini zenci bir insan olarak görmekte ısrar ediyorsun, bense kendimi sadece insan olarak görüyorum, yapabileceğimiz bir şey yok..." diye duygusal bir tatta bitirir.

Elbette ki sinemada aşk engel tanımaz sevgili dostlar...

-MUTLU SON-