8 Mart 2014 Cumartesi

The Broken Circle Breakdown - "Çocuğum öldü, karım öldü; ağlayamayan net mal!"



Sinemanın, videonun tekniğinden anlamam. Bir dönem kafa da yormaya çalıştım ama beceremedim; hiçbir filmi o gözle izleyemiyorum. Benim için her şey, her sanat ürünü hikayesiyle var oluyor. Hikayeye bakıyorum, onu takip ediyorum, onun üzerine düşünüyorum. Bu kötü mü, bilmem, bir şikayetim yok benim; ama bir filme, iyi ya da kötü dememi etkileyen herhangi başka bir gerekçem yok, hikaye nasılsa, o.

The Broken Circle Breakdown da kötü bir film benim için. Ama neden kötü? -Tamamen filmi anlatıcam buradan itibaren, "Niye sonunu söylüyon amk?" deyecekler okumasın.-

Öncelikle filmden biraz bahsedeyim; iki karakterimiz var, Didier ve Elise; hikaye anlatım olarak flashback ve flashforwardlardan yararlanarak süreğenliğini sağlamaya çalışmış; o nedenle tanışma hikayelerini ilerki bir sekansta görebildiğimiz gibi, ileride yaşanacak olan bir hadisenin bazı bölümlerini de önceden tecrübe edebiliyoruz; bunun tekniksel manada tanımı ne bilmiyorum ama, parçaları kronolojiden bağımsız, dağınık vaziyette sunarak, bütüne ulaşan bir kurgu diyebilirim. Sırf bu nedenle, 15. dakikada kapatmayı düşündüğüm filmi, sonuna kadar izledim mahçup olabilirim diye, fakat haklı çıktım. (gülücük) Didier, bir folk müzik grubu üyesi, hippiliğe selam çakacak bir fıtrata sahip, saçı-sakalı salmış, şehir merkezinden uzakta müstakil -saray gibi- bir evi var, karavanı var, arabası var, atı bile var amk. İnşaat işinden anlıyor, banjo çalıyor, ateist ve düşüncelerini paylaşmaktan çekinmiyor, hatta düşüncelerini paylaşma konusunda saldırgan olan bir kardeşimiz. Tabi bu karakter tahlilini yapacak anlara tanık olmak için filmi epey izlemek gerekiyor, kurgusu gereği. Elise ise, dövme sanatçısı, bütün vücudunu dövmüş, inançlı olan bir kimse -Didier'in grubuna solist olarak katılıyor ilerleyen zamanlarda-; Didier de, Elise de herhangi bir karakteri sahiplenmiyor, tanımlamıyor, inandırmıyor, ama bize bunu sunuyorlar, biz de izliyoruz işte... Elise'in inançları herhangi bir ilahi dinle bağdaşmıyor olsa da -hac kolyesi dışında diyelim-, ilahi dinlere karşı saldırgan söylevlerinden rahatsız oluyor Didier'in...
Didier için, şehir dışında müthiş bir evi var dedik, karavanı var dedik, arabası var dedik, atı, bir çok hayvanı var dedik, kaynak işinden, inşaat işinden, teras ya da veranda yapma işinden anlıyor dedik. Bununla birlikte düşünüyoruz tabi, Didier'e bu para, birikim nereden geliyor? Toplamda 30 kişilik bir kitleye çaldıkları, ufak pub konserlerinden mi? Grup işini belki de keyfine yapıyordur, aileden zengindir diye düşünüyorum; ama Anneler Günü'nde gittiğimiz anne evini görüyoruz ki, ufak saksılar falanlı, tezgahın fotoğraf çerçeveleriyle süslü olduğu, 2+1 akraba evi konumunda. Hele kaynak ve inşaattan anlamasına dair bir bilgi, flashback niye çok görüldü izleyiciye, sanki adam kumdan kale yapıyor amk, bildiğin salak yerine konuyoruz. Ama sinema ve ajite dilini içselleştirmem gerektiğini fark ediyorum sonra. Ne kurcalıyorsun olm, doğayla iç içe muhteşem bir ev, müzik yapan bir adam, güzel bir kadın, çatır çatır sevişiyorlar; para derdi, geçim derdi yok, görüntüler çok güzel, mest ol işte. Tabi bununla birlikte filmin başından beri sekans sekans gördüğümüz ufak bir de kız çocukları var; kanser. 

Çocuğun bilinçli yapılmadığını görüyoruz bir sahnede, Elise geliyor ve 3 aylık hamileyim diyor. Adeti hep düzensizmiş, önemsememiş; bahanesi bu. Çünkü Elise, Hakkari'den başlık parasıyla geldi Belçika'ya; doğum kontrolden de haberi yok, en azından şüphe duyup, kürtaj süresi geçmeden bir plastiğe işemeyi de akıl edemiyor, nerden etsin canım. Bebek geliyor işte, siz de çok kurcalamayın daha fazla. Didier, önce beklemediği bu habere sinirlense de, bir saat sonra çimento, mimento zulalayıp bebek odası inşasına başlıyor. 

Ev partileri, hippi görünümlü, şimdinin hipster kılıklı tipleri, biralar, müzikler falanlar; ulan uyuşturucu niye yok deyip durdum. En azından ot nasıl içmiyor bunlar, nasıl rafine bir ortam yaratımı bu? Bütün vücudu dövmeli bir kadın, saç-sakal tıraşı olmayan, folk müzik yapan, Amerikan hayranı bir adam, bu tanımlamanın benzerlerine uygun kılıklı onlarca insan, alkol akıyor, sigara tütüyor, ama hayır, kamu spotu: "uyuşturucu kötüdür!"

Sonra kızları kansere yeniliyor; depresyon başlıyor. Cenaze sahnesi o kadar kötüydü ki özellikle ya da bilmiyorum ben mi çok didikliyorum ama anlatayım, cenazede birisi sessizce bir şarkı dillendirmeye başlıyor ve sonradan diğerleri de eşlik ediyor; bunda bir sıkıntı yok epik bir durum. Sıkıntı şurada, şarkıya back vokal falan yapıyor biri, ya kardeşim şarkı ritmine uygun okunmaz ki, müzisyen de olsan okunmaz yani; insansın, mutsuzsun, iyi değilsin, bir sekme olmalı, takılınmalı; o sahnede biz söylediğiniz şarkının güzelliğine vurulmamalıyız, burukluğuna vurulmalıyız; ama hayır burada da ajitasyonu damardan alıyoruz, kusursuzluğun aslında büyük bir kusur olduğunu görmezden geliyoruz. Ve sonrasında Elise başka biri oluyor; agresif, manik, paranoyak, suçlayıcı, saçma sapan, tutarsız duygulara sahip biri oluyor falan. Tabi biz ona da eyvallah deyip, drama uyumu sağlıyoruz. 

Film 2 saat, çocuklarının ölmesi hadisesi henüz 40. dakikada falan oluyor. Yemin ediyorum, direk son 10 dakikaya gelsen, zerre bir şey kaybetmezsin çünkü yok. Yönetmen burada, Didier'e antiteist bazı söylemlerini dillendirmek için hazırlıyor, daha fazla kızdırıyor falan. Elise, Didier'den ayrılıyor. İsmini Alabama olarak değiştiriyor, -gerekçe olarak Kızılderililerin inancını referans gösteriyor- ama grupta söylemeye devam ediyor. Bütün konserlerini sikindirik publarda, 20 kişiye veren grup; bu konserini dev bir salonda veriyor, Beyaz Kelebekler misali bir kostüm de yaptırmışlar falan, salon dolu, nasıl oluyor bu? Çünkü Didier, bu konserde hitabetini konuşturup, vaaz verecek -nasıl?ını siktir et.: 'Sikeyim sizin dininizi, inançlarınız o kadar saçma ki, allah yok, yok amk! Benim kızım öldü, sırf bu gericilerin, bilimdeki ilerleyişleri etik bulmayıp, engellemeye çalışmaları nedeniyle, yeter, bıktım!!!' -Tamam sevgili yönetmen-senarist; burada birikimini konuşturmak istiyorsun, yüzümüze vurmak istiyorsun cahilliğimizi de, ulan Ingmar Bergman Seventh Seal'ı 60 sene önce çekti, senden daha kayda değer söylemleri dinlendirdi, kime çekiyorsun sen bu filmi amcık ağızlı! Karakterin tutarlılığına inansam, yönetmenin değil karakterin birikimi olarak sahiplenip, makul bulurdum tiradı; ama ortada bir yaratım da yok karaktere dair.-

Elise, -pardon Alabama- salonu koşarak terk ediyor, dövmeci dükkanında hapla intihar ediyor. Aynı gece onu görmeye giden Didier, hastaneye yetiştiriyor onu. Ama malesef beyin ölümü gerçekleşen Alabama'nın, ölüm emrini Didier'den vermeleri isteniyor. Bu gericiler yüzünden, bilimin ilerlemesi yavaşladı ve benim çocuğum öldü diyen Didier, karısının organlarını bağışlayıp başka hayatlar kurtarmayı düşünmüyor bile, bizim de aklımıza gelmiyor bu, çünkü Alabama'nın fişi çekilirken, grubuyla müzik yaparak veda ediyor Alabama'ya ve biz bu şiirselliği göz yaşları eşliğinde izleyerek, öyle bir kahroluyoruz ki, bunu daha önce Babam ve Oğlum'da da yaşamıştık, o da ne muhteşem bir filmdi, diğ mi ya? diye düşünüyoruz.

YAPTIĞINIZ FİLMİ SİKEYİM, HIIAAMINI.

0 yorum:

Yorum Gönder