29 Mart 2014 Cumartesi

Yarınki Seçim Üzerine Atıp Tutmacalar...

Türkiye Geneli: AKP %36, CHP %29, MHP %15, HDP-BDP %9

İstanbul: %42-43 dolaylarlarında AKP ve CHP'nin eşit oy alacağını düşünüyorum, bakalım ipi kim göğüsleyecek? Sırrı Süreyya'nın belediye başkanı olmasına gerek yok, mevzu HDP-BDP'nin güçlenmesi; Sırrı'nın %10'u geçmesi demek, genel seçimlerde barajı aşmaya daha fazla inanmak demek. İsteseniz de, istemeseniz de bu ülkenin aydınlık geleceğini yaratacak parti HDP-BDP'den başkası değil.

Ankara: Melih Gökçek gibi bir adam var karşımızda değil mi? Utanmaz, ahlaksız, işgüzar, kolpacı, sahtekar, huysuz, ruhsuz, estetikten anlamaz, ilim bilmez, kitap bilmez, sinkaf üstüne sinkaf hatta... Yine de en muhalifi, CHP'ye en çok inananı bile, Melih'in %40'ın aşşağısına düşeceğini pek tahmin etmiyor değil mi? İşte bu Adnan Menderes'ten beri, CHP'nin kavrayamadığı, ANAP'ın ve AKP'nin ekmeğini yediği politikanın özü ve en net görüntüsü. Ekonomi kötüye gitmiş olmasa, Dolar-Euro fırlamasa CHP'nin Ankara'yı alması imkansız derdim, ama bu politikanın sekteye uğradığı tek nokta ekonomik tutarsızlığın baş göstermesi, yoksa bakara-makara, yolsuzluk, reza meza %1 bile etkilemezdi oy kaybını. Bununla birlikte Melih Gökçek'in 2 senedir Twitter'la yatıp kalkması, esasen kendi seçmenini kendinden uzaklaştıran bir hadise, en kral partici bile Twitter'a atar yapan Melih'e "Boş işlerle ne uğraşıyon amk!" der keza. Ankara'da MHP %20 alırsa, Melih tekrar seçildi demektir. Oy kayması olur mu? Umarım olur.

İzmir: Aziz Kocaoğlu, %51'in üstünde oy alıp seçilcek orası kesin ama AKP'nin de %40 civarı oy alacağını düşünüyorum.

Bu seçimlerden tek beklentim ve isteğim batı illerinde HDP'nin oy potansiyelini arttırması ve BDP'nin oyunu katlaması ve Urfa'yı da hanesine eklemesidir. 

3 büyük kentte 2 AKP, 1 CHP durumu var, denge CHP'nin lehine 2-1 olarak dönerse Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığının yetkilerini arttırmak için anayasıyı kırk yerinden değiştirir ve yaza cumhurbaşkanı olur diye düşünüyorum. Denge aynı kalır Ankara ve İstanbul, AKP'de kalırsa, cemaatçiler yandı ki ne yandı, muhalif yazarlar yandı ki ne yandı; müebbetler, gözaltılar havada uçuşur seçimden hemen sonra. Ve aynı şiddetle ve hızla genel seçime hazırlanır Tayyip Erdoğan.

Uzun vadede CHP'nin bile kurtuluşu HDP-BDP'den geçiyor. Seneye olan genel seçimlerde barajı aşmış bir HDP-BDP, CHP ile koalisyon hükümeti kuracak pozisyona gelebilir ve bu HDP-BDP'den çok CHP'nin işine yarar. CHP'nin çıkarcı politikasıyla bu iş olmaz elbette, değişmesi ve değişeceğini ispat etmesi gerekir, gerekecek; bakalım neler olacak...

Oyum elbette ki HDP'ye canım, söylememe gerek mi var?

23 Mart 2014 Pazar

Türkiye'de Politika: Sidik Yarışı!

Bu tam olarak neyi motive ediyor, neyin haklılığına yol sağlıyor, hangi argümanı destekliyor? Zerre anlamıyorum. Bu dediğim ney mi? Anlatayım...

Akp, mitinge her gelene 20 lira veriyormuş.
Bedava otobüs kaldırıyorlar, yiyecek, içecek her şey dağıtıyorlar bedavaya.
Başka şehirlerden otobüsle insan taşıyorlar.
Fotoşop hepsi ya, o kadar kalabalık değil, kimse gelmemiş, bomboşmuş meydan.
10 kişi getirene 200 lira veriyorlarmış.
Twitter'da Akp için twit atanların hepsi paralı çalışan.

Ya konumuz politikaysa, bu nedir ya? Manipülasyon yanlış bir şeydir, doğru da senin derdin manipülasyona mani olmak değil ki, kendi sidik yarışını kazanmaya çalışmak:

Anıtkabir'e 1 milyon kişi.
Atatürk'ü seven 100 milyon insan arıyoruz.
Bu ayeti beğenen 9999 kişiyiz.
En güzel imza Atatürk'ün diyen 5 milyon insan.
Kur'an Kerim için beğenen 1 milyon Müslüman.
En güzel bayrak ay yıldız diyen 70 milyon Türk.

Kötü olan kısmı, buluyor olmaları. Evet buluyorlar o kadar insanı, o zaman arşa değiyor belki başları bilemiyorum. 

Sadece sayı ve güç yarıştıran kalabalıklardan ibaret bir toplum olmak nasıl da zoruma gidiyor. 

Hayır bir de o kadar yersiz ki!

İzmir mitingi için, o kadar kalabalık yoktu, fotoşop diyen adam açsın baksın, son genel seçimde 1 milyon oy almış lan adamlar İzmir'den, sanki %3 almış da, o kadar kalabalık olması imkansız diye beylik taslıyor.
Bu kadar boka bulanmış, pislik içinde yüzen bir parti var iktidarda, muhalif cephe sadece o partinin %40'ın altına düşmesine bile razı, böyle saçma bir durumla karşı karşıyayız; ama hala tek derdi meydandaki kalabalık fotoşop amk diye diretmek. Lan adamlar %35 oy alsa yenilmiş sayıyorsun onları, %35, 15 milyon oy! 15 milyon oy alan bir partinin mitingine 20 liraya adam gelse nolur, gelmese nolur. Sorun burada fotoşop mu sadece gerçekten, bu kadar sığ ve salak nasıl olabiliyorsunuz anlamıyorum ki!

Tatava Yapmadan, Hiçbir Şey Yapmam

Yerel seçimlere 1 hafta kala, biraz tatava yapmak gerektiğini düşünüyorum...

Önce önümüzdeki yegane gerçeğe değineyim, aksi halde yazdığım her şey bu gerekçe sebep gösterilerek yok sayılacak:
 Bu seçim olması gerekenden daha önemli, keza diktatörlüğe meyleden ve bunun için sandıktan çıkan sonuç haricinde hiçbir şeyi umursamayan bir başbakan ve iktidar partisiyle karşı karşıyayız. Bu bağlamda bir nevi yerel seçimin ötesinde, "Bu partiye ve lidere 'evet' mi, 'hayır' mı?" referandumu görüntüsünde aynı zamanda bu seçimler.

 Tamam. Doğru. Haklı bir söylem, ama sorun şurada, biz zaten tatava yapabilecek herhangi bir siyasi birikime haiz değiliz ki! Bu nedenle de, bu seçimde tatava yapmayarak iktidarı geriletebilmek, uzun vadede gene bir kazanıma sebep ol-ma-ya-cak!

 Popüler söylemler çok hoşumuza gidiyor, "Apolitik denen nesli görmediniz mi Gezi Parkı'nda!", "İlkokulludan, yaşlısına herkes alanlarda artık!" vs...

 Apolitik denen nesil, "Atatürk'ü seviyorum." dediği için politik olduğunu sanıyor artık. Bir Müslüman, sadece Müslüman olduğu için bir siyasi cephenin taraflısı. Kürt, Kürt doğduğu için politik bu ülkede. Herhangi bir siyasi birikim, tarih okuması, sosyal-kültürel olayları takip, açıp bir gazete okuma ihtiyacı, ... hiçbiri yok, hiçbirine bir yönelim de yok.  Mesela "Hakan Fidan kimdir? Ne yapar?" Son 3 sene Hakan Fidan adını kaç yüz bin kere duyduk değil mi? Demek ki önemli bir adam bu, peki kim bu? Apolitik yakıştırmasını zül addeden bu Gezi Direnişçisi, bu Ak Gençlik, bu Apo'cu büyük genç kitlenin, ya da soruyu direk muhattabına sorayım, 'tatava yapmayıp basıp geçeceklerin' %5'i merak ediyor mu?  Daha partilere, adaylara, ideolojilere, kurumlara gelmedik bile...

 Tatava yapmadan bunu geçtik diyelim, bir kaç ay sonrasında cumhurbaşkanlığı seçimi olucak, o zaman da büyük ihtimalle tatava yapmamak gerekecek, cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasındaki genel seçimlerde tatava yapma şansımız var mı? Hiç sanmıyorum, o zaman da tatava yapamayız, çünkü tehlike büyük. İlla tatava yapmak isteyen gitsin sınıf başkanlığı seçiminde yapsın tatavasını (mı?)

 İnandığım tek bir şey var, tatava yapmadan iyi hiçbir şey olmaz. Basıp geçerek de bir ülke kurtulmaz. Evet, Akp en kibar tabirle anasını sikti ülkenin, dahasını yapmak istiyor, isteyecek de... Ama 1930'lu yıllarda da değiliz, Ortadoğu'da da değiliz. Türkiye'nin en büyük kazanımı yarım yamalak da olsa Batı'nın çorbasından bir kaşık almış olması. Yani demem o ki, Türkiye bir Hitler Almanyası'na da, bir Kuzey Kore'ye de, bir Mısır'a da istese de, zorlasa da dönüşemez. Bununla birlikte Hitler de, iktidarını tatava yapmadan basanlara borçlu. Kuzey Kore'de hala tatava yapan yok zaten. Batı'nın çorbasını kaşıklamak istersek güzel şeylerden bahsetme şansımız olur, ama elin Avrupalısı tatava yaparak bu günlere geldi işte...

Not: 'Tatava' tanımını 'düşünmek' ile eşdeğer tutarak kullandım çoğunlukla, çünkü verilcek bir oydan önce yapılması gereken tek şey düşünmektir.
Not2: 'Batılılar sanki çok iyi durumda ya!' ukalalığını eleştiriden kabul etmiyorum, istediği ama istediği kadar kötü durumda da olsa; birinci olmak için, birinciyi geçmen gerekir.



17 Mart 2014 Pazartesi

Karşı Gazetesi, İstifalar, Reklamlar...

Konu şu, protest şiarlar üzerine kurulduğunu iddia eden Karşı Gazetesi, tam sayfa Ağaoğlu reklamı almış sayfasına, bunun beraberinde de bir çok yazarı basmış istifayı...


Gazete döndürmek zor iş, gazete dediğin reklam olmadan zaten ayakta durmaz, bu devirde gazete çıkarmak kolay mı sandın? şeklinde sorularla her saçmalığa bir kulp takılabilir elbette ama, öncelikle şu sorulmalı; Karşı Gazetesi kar amacı güden ticari bir girişim midir? Eğer ki böyle bir amacı da varsa, 'karşı' sıfatını kendine layık görmesi, ancak kendi sığlığını pekiştirmeye yarar. Bireylerin çelişkileriyle, kurumlar arasında paralellik kurulup bir empati haklılığı da sağlanamaz asla.

Karşı Gazetesi ticari bir girişim değil de, bir haklı dava projesiyse de oraya Ağaoğlu reklamı ge-le-mez. Ağaoğlu'nu, reklam alıyor olsan dahi eleştiriden asla kaçmamış olman senin cesaretliliğini ya da duruşunu da göstermez; Ağaoğlu'nun gösterdiği omurgasızlığa sahip olduğunu gösterir o kadar. 'Reklam almamak > reklamı yapılacak şirketlerin politikasına dikkat etmek > reklam almak' gibi bir denklem oluşturursak ve sen bu denklemin ancak 'reklam almamak' kısmında olman gerekirken ve buna rağmen ikinci sırayı da atlayıp, direkt davana ters düşecek bir hamle yapıyorsan; bunun 'ama'sı o-la-maz.

Birgün Gazetesi, 5 bin tirajla aylardır, belki senelerdir döndürüyordu devranını. Şu anda 20 bin tiraja doğru ilerliyorlar. Karşı Gazetesi, daha çıktığı hafta 20 bin tirajın üzerinde bir rakamla başladı yayın hayatına, bu nedenle burada bir terslik var; bunun tahmini de bana kalırsa şu:

Birgün ve türevi yayınlarda içeriğe katkısı olan, yazarından muhabirine, hemen hiçbiri ya para almıyor, ya da kazanabileceğinin epey azına davası için eyvallah diyorlar diye tahmin ediyorum. -böyle de olmalı.-
Karşı Gazetesi'nin içerik ekibi, yazar ekibi eğer güzel maaşlarla gelmişlerse o köşelere, hiçbirini ama hiçbirini istifasında haklı görmem, göremem. Karşı'ya yükledikleri misyonu, baştan, daha oraya gelirken tüketmişlerdir çünkü. Ha mevzu tamamen patronların bir ticarileşme hareketiyse de, yazık ettiler cağnım gazeteye...

8 Mart 2014 Cumartesi

The Broken Circle Breakdown - "Çocuğum öldü, karım öldü; ağlayamayan net mal!"



Sinemanın, videonun tekniğinden anlamam. Bir dönem kafa da yormaya çalıştım ama beceremedim; hiçbir filmi o gözle izleyemiyorum. Benim için her şey, her sanat ürünü hikayesiyle var oluyor. Hikayeye bakıyorum, onu takip ediyorum, onun üzerine düşünüyorum. Bu kötü mü, bilmem, bir şikayetim yok benim; ama bir filme, iyi ya da kötü dememi etkileyen herhangi başka bir gerekçem yok, hikaye nasılsa, o.

The Broken Circle Breakdown da kötü bir film benim için. Ama neden kötü? -Tamamen filmi anlatıcam buradan itibaren, "Niye sonunu söylüyon amk?" deyecekler okumasın.-

Öncelikle filmden biraz bahsedeyim; iki karakterimiz var, Didier ve Elise; hikaye anlatım olarak flashback ve flashforwardlardan yararlanarak süreğenliğini sağlamaya çalışmış; o nedenle tanışma hikayelerini ilerki bir sekansta görebildiğimiz gibi, ileride yaşanacak olan bir hadisenin bazı bölümlerini de önceden tecrübe edebiliyoruz; bunun tekniksel manada tanımı ne bilmiyorum ama, parçaları kronolojiden bağımsız, dağınık vaziyette sunarak, bütüne ulaşan bir kurgu diyebilirim. Sırf bu nedenle, 15. dakikada kapatmayı düşündüğüm filmi, sonuna kadar izledim mahçup olabilirim diye, fakat haklı çıktım. (gülücük) Didier, bir folk müzik grubu üyesi, hippiliğe selam çakacak bir fıtrata sahip, saçı-sakalı salmış, şehir merkezinden uzakta müstakil -saray gibi- bir evi var, karavanı var, arabası var, atı bile var amk. İnşaat işinden anlıyor, banjo çalıyor, ateist ve düşüncelerini paylaşmaktan çekinmiyor, hatta düşüncelerini paylaşma konusunda saldırgan olan bir kardeşimiz. Tabi bu karakter tahlilini yapacak anlara tanık olmak için filmi epey izlemek gerekiyor, kurgusu gereği. Elise ise, dövme sanatçısı, bütün vücudunu dövmüş, inançlı olan bir kimse -Didier'in grubuna solist olarak katılıyor ilerleyen zamanlarda-; Didier de, Elise de herhangi bir karakteri sahiplenmiyor, tanımlamıyor, inandırmıyor, ama bize bunu sunuyorlar, biz de izliyoruz işte... Elise'in inançları herhangi bir ilahi dinle bağdaşmıyor olsa da -hac kolyesi dışında diyelim-, ilahi dinlere karşı saldırgan söylevlerinden rahatsız oluyor Didier'in...
Didier için, şehir dışında müthiş bir evi var dedik, karavanı var dedik, arabası var dedik, atı, bir çok hayvanı var dedik, kaynak işinden, inşaat işinden, teras ya da veranda yapma işinden anlıyor dedik. Bununla birlikte düşünüyoruz tabi, Didier'e bu para, birikim nereden geliyor? Toplamda 30 kişilik bir kitleye çaldıkları, ufak pub konserlerinden mi? Grup işini belki de keyfine yapıyordur, aileden zengindir diye düşünüyorum; ama Anneler Günü'nde gittiğimiz anne evini görüyoruz ki, ufak saksılar falanlı, tezgahın fotoğraf çerçeveleriyle süslü olduğu, 2+1 akraba evi konumunda. Hele kaynak ve inşaattan anlamasına dair bir bilgi, flashback niye çok görüldü izleyiciye, sanki adam kumdan kale yapıyor amk, bildiğin salak yerine konuyoruz. Ama sinema ve ajite dilini içselleştirmem gerektiğini fark ediyorum sonra. Ne kurcalıyorsun olm, doğayla iç içe muhteşem bir ev, müzik yapan bir adam, güzel bir kadın, çatır çatır sevişiyorlar; para derdi, geçim derdi yok, görüntüler çok güzel, mest ol işte. Tabi bununla birlikte filmin başından beri sekans sekans gördüğümüz ufak bir de kız çocukları var; kanser. 

Çocuğun bilinçli yapılmadığını görüyoruz bir sahnede, Elise geliyor ve 3 aylık hamileyim diyor. Adeti hep düzensizmiş, önemsememiş; bahanesi bu. Çünkü Elise, Hakkari'den başlık parasıyla geldi Belçika'ya; doğum kontrolden de haberi yok, en azından şüphe duyup, kürtaj süresi geçmeden bir plastiğe işemeyi de akıl edemiyor, nerden etsin canım. Bebek geliyor işte, siz de çok kurcalamayın daha fazla. Didier, önce beklemediği bu habere sinirlense de, bir saat sonra çimento, mimento zulalayıp bebek odası inşasına başlıyor. 

Ev partileri, hippi görünümlü, şimdinin hipster kılıklı tipleri, biralar, müzikler falanlar; ulan uyuşturucu niye yok deyip durdum. En azından ot nasıl içmiyor bunlar, nasıl rafine bir ortam yaratımı bu? Bütün vücudu dövmeli bir kadın, saç-sakal tıraşı olmayan, folk müzik yapan, Amerikan hayranı bir adam, bu tanımlamanın benzerlerine uygun kılıklı onlarca insan, alkol akıyor, sigara tütüyor, ama hayır, kamu spotu: "uyuşturucu kötüdür!"

Sonra kızları kansere yeniliyor; depresyon başlıyor. Cenaze sahnesi o kadar kötüydü ki özellikle ya da bilmiyorum ben mi çok didikliyorum ama anlatayım, cenazede birisi sessizce bir şarkı dillendirmeye başlıyor ve sonradan diğerleri de eşlik ediyor; bunda bir sıkıntı yok epik bir durum. Sıkıntı şurada, şarkıya back vokal falan yapıyor biri, ya kardeşim şarkı ritmine uygun okunmaz ki, müzisyen de olsan okunmaz yani; insansın, mutsuzsun, iyi değilsin, bir sekme olmalı, takılınmalı; o sahnede biz söylediğiniz şarkının güzelliğine vurulmamalıyız, burukluğuna vurulmalıyız; ama hayır burada da ajitasyonu damardan alıyoruz, kusursuzluğun aslında büyük bir kusur olduğunu görmezden geliyoruz. Ve sonrasında Elise başka biri oluyor; agresif, manik, paranoyak, suçlayıcı, saçma sapan, tutarsız duygulara sahip biri oluyor falan. Tabi biz ona da eyvallah deyip, drama uyumu sağlıyoruz. 

Film 2 saat, çocuklarının ölmesi hadisesi henüz 40. dakikada falan oluyor. Yemin ediyorum, direk son 10 dakikaya gelsen, zerre bir şey kaybetmezsin çünkü yok. Yönetmen burada, Didier'e antiteist bazı söylemlerini dillendirmek için hazırlıyor, daha fazla kızdırıyor falan. Elise, Didier'den ayrılıyor. İsmini Alabama olarak değiştiriyor, -gerekçe olarak Kızılderililerin inancını referans gösteriyor- ama grupta söylemeye devam ediyor. Bütün konserlerini sikindirik publarda, 20 kişiye veren grup; bu konserini dev bir salonda veriyor, Beyaz Kelebekler misali bir kostüm de yaptırmışlar falan, salon dolu, nasıl oluyor bu? Çünkü Didier, bu konserde hitabetini konuşturup, vaaz verecek -nasıl?ını siktir et.: 'Sikeyim sizin dininizi, inançlarınız o kadar saçma ki, allah yok, yok amk! Benim kızım öldü, sırf bu gericilerin, bilimdeki ilerleyişleri etik bulmayıp, engellemeye çalışmaları nedeniyle, yeter, bıktım!!!' -Tamam sevgili yönetmen-senarist; burada birikimini konuşturmak istiyorsun, yüzümüze vurmak istiyorsun cahilliğimizi de, ulan Ingmar Bergman Seventh Seal'ı 60 sene önce çekti, senden daha kayda değer söylemleri dinlendirdi, kime çekiyorsun sen bu filmi amcık ağızlı! Karakterin tutarlılığına inansam, yönetmenin değil karakterin birikimi olarak sahiplenip, makul bulurdum tiradı; ama ortada bir yaratım da yok karaktere dair.-

Elise, -pardon Alabama- salonu koşarak terk ediyor, dövmeci dükkanında hapla intihar ediyor. Aynı gece onu görmeye giden Didier, hastaneye yetiştiriyor onu. Ama malesef beyin ölümü gerçekleşen Alabama'nın, ölüm emrini Didier'den vermeleri isteniyor. Bu gericiler yüzünden, bilimin ilerlemesi yavaşladı ve benim çocuğum öldü diyen Didier, karısının organlarını bağışlayıp başka hayatlar kurtarmayı düşünmüyor bile, bizim de aklımıza gelmiyor bu, çünkü Alabama'nın fişi çekilirken, grubuyla müzik yaparak veda ediyor Alabama'ya ve biz bu şiirselliği göz yaşları eşliğinde izleyerek, öyle bir kahroluyoruz ki, bunu daha önce Babam ve Oğlum'da da yaşamıştık, o da ne muhteşem bir filmdi, diğ mi ya? diye düşünüyoruz.

YAPTIĞINIZ FİLMİ SİKEYİM, HIIAAMINI.

3 Mart 2014 Pazartesi

Guess Who's Coming To Dinner Üzerine Düşünmeceler...

Judgment At Nuremberg, Inherit The Wind ve bugün izlediğim Guess Who's Coming To Dinner'la birlikte Stanley Kramer'ın sinemasını, birer düşünce anlatma metodu olarak görebileceğimi düşünüyorum. İlk film için düşüncelerimi daha önceleri bir yazıda paylaşmıştım, Inherit The Wind'de bir gün nasibini alacaktır ama bugünün konusu siyah-beyaz ırk ayrımı temalı diyebileceğimiz Guess Who's Coming To Dinner olacak.

Öncelikle film 1967 yılı yapımı olduğu için değerli, daha doğrusu olması gerektiğinden daha fazla değerli. 1967 yılında Amerika'da, siyah ırktan bir kişiyi, beyaz ırktan bir aileye damat getirmek; bunun filmini yapmak cesur bir harekettir, çünkü Martin Luther King 1 sene sonra silahlı saldırı sonucu öldürülecektir, çünkü ilk siyahi başkan Obama henüz 6 yaşındadır, çünkü ırkların eşitliği yasası kabul edileli henüz 3 sene olmuştur ve bir çok eyalette farklı renklerdeki ırkların evliliği hala yasal olarak kabul edilmemiştir.

Film esasen rahatlıkla bir tiyatro oyunu olarak da sahnelenebilir. Çünkü öğle saatlerinde, ailesine evleneceği adamı bir sürpriz yaparak tanıştırmak için gelen Joey'in, akşam yemeğine damadın ailesini de yine sürpriz bir şekilde davet etmesi ve bu davetin gerçekleşmesi kadar kısa bir süre içinde geçer bütün film; gelin ve anne-babası, damat ve anne-babası ve Mansenyör Ryan ile evin hizmetlisi Tillie'den ibarettir esasen bütün kadro ve diyalog üzerine kurgulanmıştır bütün film diyerek, iğdiş etmeye başlayayım...

Stanley Kramer belli ki bir dava adamı değil, ama düşünen, zeki bir adam, bir aydın. Zekasını Spencer Tracy üzerinden seslendirmeyi seviyor; Spencer Tracy, Joey'in babası rolünde olan Matt, bulunduğu bölgenin gazetesini çıkaran liberal bir entelektüel. Eşi Chris de kendisi gibi liberal, çağdaş bir karakter. Kızlarını renk ayrımcılığının, ırk ayrımcılığının, inanç ayrımcılığının kötü olduğunun düsturuyla büyüttükten sonra, karşılarında zenci bir adam görünce şoka uğrayan bir aile...

Burada durup şundan bahsetmeliyim, filmin neden-sonuç ilişkisi baştan zayıf kalıyor; damat John, bir doktor, çok başarılı bir doktor; Avrupa'da, Afrika'da işleri olan, Amerika'daki çeşitli üniversitelerde dersler veren bir doktor, zenci bir doktor. İşleri yoğun olduğundan süresi kısa, sadece o gün Joey'in ailesi ile tanışıp, tekrar yollara düşmek zorunda olan bir doktor ve eşi olmasını istediği kadınla, yani Joey ile henüz 10 gün önce tanışmışlar. Ve ortak bir kararla, 2 hafta sonra Cenevre'de evlenmek istiyorlar, John'un sadece bir günü olduğundan ve Joey'in evlenmeye olan kesin kararı nedeniyle, ailelerine aynı gün içinde hem evleneceklerini söylüyorlar, hem de kararınızı akşama kadar verin diye ekliyorlar... Bu bilgiler doğrultusunda olayı beyaz-siyah ırka bağlamak çok saçma; çünkü aynı ırktan, aynı mezhepten, hatta bir elmanın iki yarısı da olsan; 10 gün önce tanıştığın biriyle, 2 hafta sonra evlenmek istediğini ailene söyleyip, aynı gün içinde daha tanımadan, etmeden rıza göstermelerini beklemen; en kibar tabirle zalimliktir, ya da kısaca zaten rıza falan umrunda değildir senin. (ki olmak zorunda da değil ama filme göre devam ediyorum...) Ama John karakteri, yani zenci doktorumuz, öyle sıradan bir karakter değil. Aile ile tanıştıktan beş dakika sonra, anne ve babanın yanına gidip, "Eğer sizin rızanız olmazsa bu evlilik olmaz, kızınızla aranızı bozmaya hakkım yok." diye bir konuşma yapar, gün içinde de anne ve babayla olan diyaloglarında da görürüz ki, John gerçekten müthiş bir kişiliğe sahip, tertemiz bir adamdır; Joey doğru adamı bulmuştur. Asıl kaygı da zaten, renkten ziyade; toplumun bunu nasıl karşılayacağı, bir toplumda bu şekilde nasıl yaşanacağı, doğacak çocukların yaşayacağı sıkıntılar olarak şekillenmeye başlar. Olaya John'un ailesinin dahil olması da aynı sorunların tekrar edilmesinden fazla bir şeye neden olmaz; burada Stanley Kramer'ın dava adamı olmayışının olumsuz yanlarını görüyoruz bir nevi; ırk söylemi üzerine geliştirilebilecek bir çok detay var iken, bir nevi nesil çatışması ve "toplum buna hazır değil"in etrafında döner durur film... Bu döngüyü bir nebze kırabilecek olan tek karakter, evin hizmetçisi Tillie'dir; Tillie karakteri, zencilerin, beyaz ırktan aşşağı olduğuna inanmış ve elindekileri şükretmeyi makul sayan birisidir. Ve Tillie'nin sert çıkışlarındaki, inanmışlık ve bu inanmışlığın tamamen tabansız olması; renk ayrımının saçmalığını anlayabildiğimiz en güzel anlardır. Bahsetmek gerekirse de Mansenyör Ryan karakteri, filmin anlatmaya çalıştığı fikirlerin nirvanasıdır.

Bununla birlikte çooook beğendiğim iki detayın peşpeşe olması da harikaydı: John'la tanışmanın şokunu henüz atamamış olan, Joey'in anne ve babası, az dışarı çıkıp kafa dağıtalım yauv diyerek, dondurma yemeye giderler. Daha doğrusu sadece babası yer dondurmayı. Sevdiği dondurmanın neli olduğunu hatırlayamaz ama garson kızın saydığı seçeneklerden biri olduğunu düşündüğü dondurmayı seçer ve ister; fakat gelen dondurma geçenlerde yiyip, beğendiği dondurma değildir, bir an için bu duruma çok kızar; lakin sonra, ama bu da lezzetliymiş yaa diye düşünüp, yemeye devam eder. Şimdiii sadece bu dondurma metaforu bile, "bilmediğimizden korkarız." sözünü çok güzel açıklıyor. Bilmediğimiz her şey karanlıklar içindedir ve farkındaysanız karanlıkların içine her zaman kötü, pis, korkutucu şeyleri saklamışızdır. İyi olduğunu anlamak için, bilmek zorundayızdır; sevdiğimiz dondurma dışındaki bütün seçenekleri yok saymayı bırakıp, diğer seçeneklere de şans verir ve öğrenmeye çalışırsak, zenginleşebiliriz ancak...

Neyse dondurma yenir, araba ile geri geri çıkılacakken, arkadan geçen bir araca çarpar baba Matt, suçludur ve özür dileyerek arabadan çıkar; oysa karşısındaki adam anlaşılabilecek birisi değildir, küfürler yağdırıp durur, hakaretler savurur; bakkaldan mı aldın ehliyeti, yaşlı bunak, senin evden bile çıkmaman lazım... durmak bilmez, Matt çıldırır, al der ve para uzatır, bu verdiğim zarardan fazlasına yeter, arabasına atlar ve hemen oradan uzaklaşır. Böyle deyince gayet normal geliyor değil mi? Evet, bazen öyle aptal, sakinleşmeyen, anlaşılınabilmesi mümkün olmayan, kindar, salak insanlar vardır, olabilir deyip geçebiliriz değil mi? Ama o adam bir zencidir. Bu nitelik, bir anda olayın tersine dönmesine neden olabilir bir çokları için. Türkiye için buna örnek olarak, Alevi diyebiliriz. Ermeni'ymiş diyebiliriz. Bir çoğumuzun suçu makul bulmasını sağlayacak bir niteliktir bunlar, hatta suçu bırak, eğer ki bu nitelikteki insanlar masumsa, suçluyu bile haklı bulmalarını sağlayacaktır bir çoğunun... Oysa paragrafın başında ırk, inanç, renkten bahsetmeyince gayet normal bir insan algısı oluşmuştu herkeste, işte bütün mevzu da o değil mi zaten?

Son sahneye yaklaşırken, John'un babasının, evliliğe olan karşıtlığını; bana borçlusun, seni büyüttüm, seni okutmak için 30 sene it gibi çalıştım... edebiyatını yapması sonrası John delirir ve "Sizin nesliniz kendi haklarınız için hiçbir şey yapmadı ve bizi durdurmak için de elinizden geleni yapıyorsunuz, hepiniz ölene kadar bunu başarmamız mümkün değil! Ben sana borçlu değilim, sen bana borçlusun; beni bu dünyaya getirerek kendi sorumluluğunu yarattın ve ben de kendi çocuğuma karşı borçluyum. Ama kimsenin sahibi değiliz, bu benim hayatım!" diye süregiden söylevini, "Baba, seni seviyorum. Ama sen kendini zenci bir insan olarak görmekte ısrar ediyorsun, bense kendimi sadece insan olarak görüyorum, yapabileceğimiz bir şey yok..." diye duygusal bir tatta bitirir.

Elbette ki sinemada aşk engel tanımaz sevgili dostlar...

-MUTLU SON-