15 Ocak 2015 Perşembe

Trafik Kuralları vs. Türk İnsanı

1-
bu sabah uyandım ve ıvır zıvır almak için bakkala doğru yola çıktım, poğaça vs. de alayım diye de caddeye doğru seyrettim. ana caddeyle alakasız bir ara sokak kavşağında karşıdan karşıya geçmem gerekliydi, o sırada da bir araç geliyordu, benim geçeceğim yola gelmek için sağ sinyal vermeliydi, vermediği için dümdüz geçip gideceğini düşündüğümden gönül rahatlığıyla karşıya geçmek için yola giriş yaptım. tam o sırada araç birden sağa dönüş yaptı ve ben bir atiklikle geri adım attım o da frenledi ve şoförle gözgöze geldim; benim geri adım atışımdan sonra, gözgöze gelmemizin akabinde de bastı gaza gitti, o gittikten sonra da ben karşıya geçtim. bu hadiseyi hepimiz her gün ama her gün, tekrar ve tekrar yaşıyoruz. hem sinyal vermiyor, hem geçiş izni bendeyken yola dalıyor, hem de iş işten geçtikten sonra yine önceliği bana vermeyip, geçip gidiyor. o bir robot değil, araçtan değil, aracın içindeki insandan bahsediyorum, insanlardan bahsediyorum, hepimizden bahsediyorum! bunu her gün her gün yaşamaktan bahsediyorum ve bunun yanlış olduğu, sıkıntılı olduğu, riskli olduğu, ölümcül olduğu da ortada.
2-
geçen hafta taksiyle eve geliyorum, yollar karlı, kaygan, donuk, riskli. trafik ışığının olmadığı bir yaya yolunda yaşlı bir adam, orta yaşlı bir kadın ve 4-5 yaşlarında bir çocuk karşıdan karşıya geçmek için müsaitlik kolluyorlardı, sonra geçebileceğini düşündüklerinden yola girdiler. benim bulunduğum taksi de, onları görmüş olsa da çok geç yavaşladı, haliyle yoldaki yayalar korktu bir süre beklesek-geçsek mi ikileminde kaldılar, sonra taksici sertçe bir iki kere kornaya bastı, onlar geçti; geçerken yaşlı adam eliyle 'ayıp, ayıp' dercesine bir işaret yaptı; 'hem hızlı geldin, bir anda durdun, hem de bir iki saniye geçince kornaya basmaya başladın...' gibi bir cümleyle açıklanınca bu 'ayıp' sitemi epeyce makuldü, taksici penceresini açıp, 'teşekkür edeceğine ne yapıyorsun, iyilik yapanda kabahat!' deyip bastı gitti, o sıra beni de arkadaş gibi gördüğünden olsa gerek, 'bunlara iyilik yaramaz ki, basıcaksın gaza! koşacak, devrilecek yolun ortasına amına koduğumun çocukları!' dedi, ben de ona 'e yaptığın iyiliğin bir manası kaldı mı böyle deyince...' dedim. benden istediği cevabı alamayınca, söylenme işini kendi kendine şeklinde sessiz bir tonda devam etti. 'yok iyilik miyilik ya! amına koyacam hepsinin! ezecem geçecem sakat kalsın orospu çocuğu!' şeklinde devam etti. müsait bir yerde indim.
3-
beşiktaş, barbaros bulvarı'nın olduğu yaya geçidi, istanbul'un en yoğun yaya trafiğine sahip yerlerinden biridir. şu bahçeşehir üniversitesi, üsküdar-beşiktaş vapur iskelesi, barbaros bulvarı otobüs durakları, beşiktaş çarşı'nın kesişiminde olan yer. aynı anda yüzlerce insanın geçiş yaptığı bir yaya geçidi. iki tarafta da şöyle yazılmış tabelalar var, 'karşıdan karşıya geçişleri yolun sağından yapınız.' bu kurala uyulduğuna bir geçişte bile şahit olmadım, birbirine çarpmadan geçmeye çalışmak daha makul geliyor belli ki insanlara. bir de bu tarz kalabalıklarda sürü psikolojisinin gerçekliğiyle karşılaşıp, şok olabilmek çok yüksek ihtimal. arabalar geçişini sürdürürken, ufak bir boşluk bulup yola atlayan bir yaya, arkasında bekleyen yüzlerce insanıda aynı anda harekete geçiriyor her daim, o anda tastamam bir kaos oluşuyor, araçlar kornaya basıyor, yayalar panik-telaş ve aceleyle karşıdan karşıya geçmeye çalışıyor, bir araç yaya geçidinin tam ortasında kalıyor, etrafından insan seli geçişini tamamlıyor... bunu her gün onlarca kere yaşıyor o yaya geçidi. çünkü insanlar sağa ve sola bakıyor, yol boşsa geçilir, boş değilse de geçilebilir, hızlı olmak, sobelenmemek yeterli. önlerinde kafalarını kaldırıp bakınca görecekleri yaya geçiş trafik ışıklarının onlara söyleyebileceği 'geç' ya da 'dur' komutu bir kişinin bile ilgisini çekmiyor, herkes ilginç bir ortada sıçan oyunu oynama hevesinde. herkes...
4-
dün, bir grup arkadaşımla yürüyorduk. yine bir caddede, yayaya 'geç' talimatı veren yeşilin bitimi ve kırmızının yanması sırasında yolun başına anca gelebilmiştik. ben 'geçmeyin, bekleyelim.' dedim kırmızı yandığı için. yayaya 'dur' talimatı veren kırmızı yanar yanmaz, araçlara 'geç' talimatı veren yeşil hemen yanmadı elbette, o anda bize de, onlara da kırmızı yanmıştı, 4-5 saniye sonra onlara yeşil yandı ve geçtiler. İşte bu 4-5 saniyelik süre, benim dışımda orada bulunan 5 kişiyi de epey rahatsız etmişti. hepsi, eksiksiz hepsi o 4-5 saniye içinde zaten rahatlıkla geçebileceklerini düşünüyor ve neden 'salak gibi' beklediklerine anlam veremiyorlardı. kendilerine kırmızı yanmış olmasını bir sebep olarak görmemişlerdi, en fazla 30 saniye, 1 dakika beklemelere gereken bu süreden çok rahatsız olmuşlardı, bu gözlerinden büyümüştü. bu olaydaki ruh halini hissedenlerin sadece benim arkadaşlarım olmadıklarına eminim, bu toplum normalliğine uyan bir durumdu. herkes, 'fırsatı varsa neden 30 saniye beklemek durumunda olayım ki.' diye düşünüyordu.
5-
bir kaç sene önce yeditepe üniversitesi'nin olduğu kayışdağı civarında bir restoranda çalışıyordum. yeditepe üniversitesi'nin kapısı tamamen bir cadde önündedir, tam kapı önünde de trafik ışıkları vardır. üniversite yoğunluğu nedeniyle de o yol, durmaz akar. yayalara 'dur' talimatı veren kırmızı ışık yandığı zaman bir tek kendimin bu komuta uyduğunu fark edip, kendimi ucube gibi hissettiğim çok olmuştur. bazen gerçekten can pazarı yaşanacak durumlarda bile insanlar yola atlayıp geçmeye çalışırken, bazen de yol boş olur; yol boşsa dahi ben, bana yeşil yanmasını bekleyen yegane kişi olarak ışıkların önünde beklemeye devam ederdim. ve bu kurala uyuyor olan halim, benim toplum içinde ucube gibi gözükmeme neden oluyordu.
6-
geçen sene eğitimini erasmus ile ispanya'da geçiren bir arkadaşımla, kültürler-ülkeler üzerine konuşurken, konu araçlar-trafik-kurallara uymayışa vs. geldi ve arkadaşım yakın zamanlarda yaşadığı bir anısını anlattı. bir yakınıyla, bir sebepten beraberce bir yere gitmesi gereği oluşmuş ve yakını kendi arabasıyla gideceklerinden bahsederek, onu evden alacağını söylemiş. araca biner binmez, emniyet kemerini takan arkadaşıma uzun uzun bakıp, bozulmuş yakını. daha 'ne oldu?' demeye kalmadan da yakınmış, 'ayıp değil mi ya, bize de mi güvenmiyon da taktın emniyet kemerini?' demiş. bizimki 'ne alakası var, trafik bu sonuçta, ne olur ne olmaz...' diye durumu izah etmeye çalışmaya başlarken bulmuş kendini ve adam bozulmuşluğunu sürdürerek, 'ya tamam tamam...' deyip, ben göreceğimi gördüm yargısında kalmış bir vaziyette basmış gaza.

*
bunca örnekten sonra emin olduğum iki şey var; ilki bu dediklerimi her dinleyen bir yerde yakalayacak. 'aaa evet hakkaten ya...' diyecek, 'harbi abi, bu nedir ya...' diyecek, yakalayacak işte bu saçmalığı saçından, bir yerinden.
emin olduğum ikinci şey ise, ertesi gün bunları yapmaya devam edecek. şu an saçma dediği, yapılmasının yanlış olduğunu fark ettiği her şeyi, şoför koltuğunda da, yaya olarak da yapmaya devam edecek. bundan o kadar eminim ve bu durum bu ülkeyi o kadar yaşanmaz kılıyor ki...

2 Ocak 2015 Cuma

Şarabın uzun tarihinin kısa (biraz uzun) bir anlatısı (Bölüm 3)

İlk ve ikinci yazıda şarabın ne olduğundan, nasıl yapıldığından, nerede ve hangi bölgelerde çıkmış olduğundan bahsetmiş ve bir şarap şişesi etiketinin bize neler anlatabileceğinden kısaca bahsetmiştim. Bu son yazıda, bahsetmeyi unuttuğum ufak notlara değinip, daha sonrasında şarap tadımının ve servisinin nasıl olması gerektiği ve bunların bize ne anlatığı konularını anlatmaya çalışıcam.

Etiket bilgilerini paylaşırken, Cabarnet Sauvignon, Malbec gibi yazıların üzüm türü olduklarını artık biliyoruz, ama bazen o etikette bir değil, birden fazla üzüm türü yazabilir. Cabarnet Sauvignon Merlot, Syrah Kalecik Karası, Sultaniye Emir gibi... Bu, şarabımızın iki tür üzüm kullanılarak yapıldığını gösterir ve buna şarap literatüründe 'kupaj' derler. İki üzüm bir üst limit değildir, 3 olur, 5 olur bu tamamen üreticinin insiyatifindedir. Tek çeşit üzüm türü ile yapılan şaraplara ise 'monosepaj' ya da direkt 'sepaj' derler.

Şarabın dünyaya yayılmasında ve çeşitlenmesinde iki büyük kırılma noktası olmuştur. Bunlardan ilki 17. yüzyılda (18. de olabilir, kitaplarım yanımda değil, kontrol edemiyorum açıkçası) olagelen ve bütün üzümlerin-bağların mahvolmasına sebep olan salgın, bütün Avrupa, ithalat-ihracat bağı nedeniyle bütün Amerika bu salgına yenik düşmüş ve şarap sektörünü durma noktasına getirecek bu salgınla karşı karşıya kalmışlardır. Bu salgın Avrupa ve Amerika'yı bu hale sokmuşken, Güney Amerika'nın batısında, ülkesi bir sıradağların ardına gizlenmiş olan Şili, salgından yara almadan kurtulmuş ve şaraplarını Dünyaya servis etme şansı bulmuştur. Şili şu anda da Yeni Dünya ülkelerinin arasında şarap konusunun başını çekmektedir. İkinci kırılma noktasını anlatmadan önce, nedir bu Yeni Dünya - Eski Dünya ayrımı?

Aslında çok bir numarası yok bu konunun, Fransa, İtalya, İspanya, Portekiz, Almanya gibi Avrupa kıtasının baş aktörleri Eski Dünya sınıfını oluştururken, şarabın varolmasını tamamen Eski Dünya ülkelerinin göçü ve ihracatıyla sağlayan ve sonra sonra kendi endüstri ve şarap dilini oluşturan başta Amerika olmak üzere Şili, Avustralya, Güney Afrika, Arjantin gibi ülkeler de Yeni Dünya olarak adlandırılmıştır.

Şimdilerde Macaristan, Ukrayna, Avusturya, Brezilya gibi ülkelerin şarapları da yaygınlaşıyor olsa da, ortalama bir şarap menüsüne sahip bir restoranda Yeni Dünya deyince mutlaka bulacağınız ülkeler yukarıda saydığım 5 ülke olacaktır.

İkinci kırılma noktası da bira ve viskiyi okuyanların tahmin edebileceği Amerika'da içki yasağı dönemidir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde olan bu yasak elbette yine, tüm Dünyanın etkilenmesine neden olmuş ve sektörün dibini kazımıştır.

Dedikten sonra şu tadım işine geçebiliriz artık:
Aslında şişedeki etiket tadım yaparken keşfedeceğiniz her şey size söyler, ama tadarken tahminlerde bulunmak keyifli bir aktivitedir. Peki ne yaparak neyi fark ederiz?
Şimdiiii... Bir restoranda şarap sipariş edeceksiniz diyelim, genelde yapılanlar değişmez, garson olduğumdan da biliyorum. 3 tip müşteri vardır;
- Şaraptan kesinlikle anlamayan fakat anlıyormuş gibi yapanlar. 'Ben bir şişe beyaz cabarnet sauvignon alabilir miyim?' der mesela, ne dicen buna? Bi de ayıp olmasın diye 'Malesef yok...' filan diye sanki işletmenin bir eksiğiymiş gibi açıklamalar yaptığım da olmuştur. Bunlar öğrenmeye de kapalı insanlar, bilmediğini kabul etmez çünkü. Hıyar geldin, hıyar gidecen insanı, toplumun çoğunu bunlar oluşturuyor zaten.
Şaraptan anlamayan ve bunu kendine dert etmemiş insanlar. Menüye bakar ve en ucuz 2. şarabı seçer bu insanlar. Fiyatına göre seçiyor olduğunu belli etmemek için güzel bir taktik bulduğunu sanar, ama temiz insandır, zaten önüne ne getirirsen getir içecektir.
Şaraptan az-çok anlayan ama kendini sommelier (şarap garsonu; şarap uzmanı da denebilir.) sanan tipler. Bunlar en eziyetli insanlar, bir yerde bir şeyler duymuş, öğrenmiş ve onun havasını atacak ya, acısını çıkaracak ya, garsonu kullanır, menüye saatlerce bakar, amk evladı delirtir insanı ya...

Hakkaten şaka maka, hem şaraptan anlayıp, hem de mütevazı olabilen bir müşteriye şahsen henüz hizmet etmedim. Böyle de yavşak bi durum bu işte, neyse...

Şarabınız masaya geldiği zaman, peçeteden kıravat falan yapıyorlar şişeye, bence saçmalık tabi de, garsondan garsona geçmiş bir şov işte. Olması gereken tek kural -bana sorarsanız- şarabı tanıtma kısmı; çünkü her marka, her rekolte, her tür, her dönem değişken şaraplar bulmak mümkün ve bu şişeye ufak sayı ve yıl değişikliği olarak yansıyabiliyor, o nedenle seçtiğiniz şarabın o olduğundan emin olmalısınız, garsonunuz da şarabınızı sizin gözünüze sokup tanıtacağından şüphe duymayın zaten :). Şarabı açarken şişeyi döndürmemek, mantarı çıkarırken ses çıkarmamak, önce masada siparişi veren kişiye 1-2 cl kadar doldurup tattırmak, doldururken etiketin siparişi verenin görebileceği açıklıkta şişeyi kavramak ve ondan onay aldıktan sonra onun sağından servis yapmaya başlayıp, en son siparişi verenin kadehini doldurmak; ufaklı tefekli servis kurallarıdır. Kimisi şişeyi tamamen altından tutup, baş parmağının şişenin dibine sokup, diğer 4 parmağı şişenin altında kalacak şekilde de servisi yapabilir, bunlar şovdur; benim daha çok gereksiz bulduğum şeyler, ama yapanı var tabi, görsel olarak iyi sunanı da var elbette.

Şimdi önünüzde bir kadeh şarap var. Önce rengine bakabilirsiniz, kadehinizi düz, ışık alan bir alana tutun ve bakın, koyuluğunun tanen ve gövde hakkında bilgi verebileceğini, ayrıca bulanık ya da berrak olup olmadığı durumunun meşe fıçısında bekleyip beklemediği, tortulu olup olmadığını da anlatabileceğini aklınızda tutun. Sonra aklınıza gelen ilk soru yüksek ihtimalle şu olacaktır, 'Bu züppeler neden bardağı çalkalıyorlar?' Bu sorunun iki cevabı var; ilki, o daire hareketi şarabın aromalarının daha kolay yayılmasını sağlayacağından kokusunu daha rahat almanıza izin verecektir, yani şarabınızı dairesel hareketlerle çevirin ve burnunuzu bardağın içine rahatlıkla sokun, bu gayet normaldir. Nefessiz kalmış gibi de çekmeyin, sonuçta alkollü bir içki kokluyorsunuz kokudan öksürürsünüz sonra...
Bardağı çevirmenin ikinci cevabı, bacaklardır, gözyaşı da denir. Nedir bu gözyaşı-bacak? Dairesel hareketlerle çalkaladığınız şarabınız kadehin yüzeyine değdikten sonra kadehte izler bırakacaktır. Bu izler bir var- bir yok kısalığındaysa, şarabınızın düşük tanenli, gövdesiz olduğu izlenimini edinebilirsiniz. Eğer ki kadehte iz bırakıyor ve orada yer ediyorsa sadece tanen değil, alkol oranının da yüksek olduğu fikirlerini edinebilirsiniz.
İlk yudumu aldıktan sonra, şarabı yutmadan önce burnunuzdan nefes almaya çalışın. Ve şarap hala ağzınızdayken, dişinizin arasından nefesi verin. Bu yaptığınız döngü sadece tat değil, burnunuzla da koku olarak şarabı daha dolu dolu keşfetmenize izin verecektir.
Ve yuttunuz ilk yudumu, bu anda ağzınıza bir sulanma gelebilir, bu ağız sulanmasının dosajı şarabınızın asiditesi hakkında size bilgi de verecektir. Hiçbir sulanma hissetmediysen düşük asiditeli olarak not edebilirsiniz.
Yüksek tanenli bir şarap boğazdan dolu dolu geçecektir. Elma suyu ve şeftali suyu olarak düşünebilirsiniz bunu. Elma suyu lıkır lıkır giderken, şeftali suyunda boğazınızdan geçenleri daha yoğun hissedersiniz. Ve bu doluluk size şarabın gövdeli olduğu sinyalini verecektir ilk olarak, ikinci olarak ağızda bıraktığı kuruluğun varlığını-yokluğunu fark edersiniz ve son olarak yuttuktan ne kadar süre sonra, ağzınızda nasıl bir tat bıraktığı-bırakmadığı durumunu düşünebilirsiniz.
Şimdi tadım konusunu sıralayalım:
- Renk
- Koku
- Asidite
- Gövde
- Aroma
- Bitiş



Aromadan bahsetmeyi sonraya bıraktım. Şimdiiii, bu şarap size neleri çağrıştırdı, biraz düşünün, bu konuda yanlış yapma şansınız yok, 'Bana bunu çağrıştırdı kardeşim alla halla!!' diyebilirsiniz gayet.
Size bana bir kursta verilen fotoğraftaki kağıttan bir kaç tanesini yazayım da sizin de içiniz rahatlasın, 'kuru incir, lahana turşusu, biçilmiş taze ot, terli at, doğal gaz, kızarmış ekmek, humuslu toprak, kekik, anason, gül, sardunya...'

Bu tamamen size kalmış ve tecrübe ettikçe burnunuzun gelişeceğini sadece şaraptan değil, her şeyin kokusuna daha rahat ulaşabileceğinizi unutmayın.

Bütün bunlar bize ne verir? Öncelikle sarhoş olmak için değil, keyif almak için içmenin bir kültür olduğunu kafanızda oturtmanızı sağlar. Nelerden hoşlandığınızı keşfetmenizi ve bunlara yönelme şansını size verir. Uyumakla birlikte hayatın olmazsa olmazı olan yeme-içmenin nasıl da bir eğlenceye dönüşebileceği konusunda size fikir verir.

Şarap konusu zor, lakin eğlenceli. Bununla birlikte ucuz da. Şişesi 30-35 lira olan şaraplar gayet kaliteli ve yeterli lezzete sahipler. Esasen bugüne kadar bir kere bile bir şaraba 50 liradan fazla para vermediğim için pahalı şarap nasıldır, bilemiyorum da. Bir gün biri bir şişe açar da ağzımız şenlenir. :)

Diyerek şarap faslını da kapayalım ve bir sonraki alkollü içki yazımızda görüşelim.

1 Ocak 2015 Perşembe

Dilenmek, Dilenme Tiyatrosu ve Ötesi

Bundan 20 yıl öncesini, ya da 50 yıl öncesini bilmiyorum elbette, bu tarihi bir araştırma da değil zaten. Lakin Greenpeace vb. gönüllüleri, 'Pardon bir şey anlatabilir miyim?...' diye cümleye girip para isteyenler, mülteciler, sokak müzisyenimsileri vb... gibi sokakta para beklentisi içinde olan insan sayısı İstanbul'da yaşadığım son üç sene içinde kat kat arttığı için gözlemlerimin gerçeklikten uzak olmadığını düşünerek bir şeylerden bahsetmek istiyorum.

Dilencilik, insanın kişiliğinin bozulmasına, bozuk olmasına, bozuk kalmasında en aşırı düzeyde etkilere sebebiyet veren bir kavram-eylem-durumdur. Doğduğu andan itibaren anne sütüyle baş gösterir, harçlık almayla devam eder, taa ki 'birey olmak' kavramını anlayana kadar da dilenci olarak hayatına devam eder. 'Gerçekten bu kadar ağır ithamlar içerir mi?' ya da direkt olarak 'Hadi lan!' diyenler olmuştur, biraz konuyu açıp, dillendirelim.

İnsan doğduğu andan itibaren birilerinin (anne, baba, ebeveyn) kanatları altındadır. İlkokul, ortaokul, lise, üniversite, askerlik, iş bulma süreci... diye devam eder ve nüfusun büyük bir çoğunluğu 25 yaşına kadar birilerinin yardımseverliğiyle yaşar, yaşamını sürdürür. Yardımsever dediğime bakmayın, esasen konunun öznesi dilencidir. Parayı veren anne-baba olunca görev, bir yabancı verince burs diye nitelemek dile uygunluktur, siyaseten doğruculuktur. Lakin hak edilmeden istenmiş ya da istemeden kişiye sunulmuş her para kişiyi dilenci konumuna indirger, hak edilmemiş bir paranın sahibi olmuş olmasını sağlar. Bunu insanların anlamıyor olması gerçekten garip, 'Ne ya babamın parası! Tabi ki bakacak! Bakmak zorunda!! Doğurmasaydı!!' gibi cümleler duyulur bu tarz açıklamalara cevaben. Babamın parası! = Benim param değil. Tabi ki bakacak! = Neden? Bakmak zorunda!! = Neden? Doğurmasaydı!! = Sanane. Cevap olarak neden ve sanane dediğim şeylerin yasal cezaları da vardır, bunlar çekilir de; ama bu sonucu değiştirmeyecektir, bir dilencinin dilenciliğini makulleştirme çabasını izleyip dururuz bu isyanlarda.

Bu tarz söylemlere gelen ikinci büyük çıkış da, 'O zaman aile diye bir şey olmasın! Kimse birbirine yardım etmesin! Herkes birbirinin kuyusunu kazsın amk!' şeklindeki cümlelerle yapılır. Buna benim vereceğim en net cevap, 'Ben onu mu dedim amk :D' olurdu ama, bir yazıya başladık, anlatmak elzem:
Kişinin yardımsever olması için dilencilere ihtiyaç yoktur. Yani sana yardım etme isteği ile senin yardım etme zorunluluğunu ona atfetmen farklı olgular. Ve yardım etme zorunluluğunu birinin sırtına yüklemek, kendi sırtına yük almamayı doğurur ve bu süreci  uzatır. Bu nedenle 25-30 yaşında bir kez olsun bir işte çalışmamış olarak iş hayatına entegre olmaya çalışan milyonlarca dünyadan bihaber insan yetişiyor ve bir çoğu toplumun dışında kalıyor. Kısaca basitleştirmek gerekirse, annen seni zaten sokağa atmicak, atmaz; ama sen 'Annem beni sokağa atamaz, yemez yedirir, ZORUNDA!' olan bir bakış açısıyla büyürsen, büyümeye devam edersen bir birey olamazsın, hiçbir şey olamazsın; bir parazit olarak hayatına devam edersin ve milyonlar hayata parazit olarak devam ettiği için bunun yanlış olduğunu da algılayamazsın, algılamak istemezsin. Avrupalılar için 16-18 yaşına gelince çocuklarını sokağa atıyormuş mitinin açıklaması esasen budur, çocuğu birey yapmak, birey olmasını sağlamak. Bu aile içindeki dilencilik olgusudur.

Sokaktaki dilencilere hiçbir zaman para vermem, 'dua satıcılık' eğer ki orijinal değilse, para hak edilmesini gerektiren bir meslek değildir benim için. Ama mesela sokaktaki pandomimci de dilencilik mesleğini icra ediyordur aslında; lakin diğerinden farklı olarak kayda değer bir hizmet sunuyordur. Beni güldürüyor, mutlu ediyor ya da hüzünlendiriyor ve bir boşluğu dolduruyor -eğer ki işini kaliteli yapıyorsa- elbette ki bu hizmet karşılığını bulabilir, bulmayadabilir ama en azından bir alış-veriş durumu tüketiciye bağlı olarak sunulmuştur. Bu neden önemli? Alış-veriş, ticaret kültürünün kişilerin bilincine yazılması açısından önemli elbette. 6 yaşında dilenen bir çocuk, 45 yaşında da dilenir; 6 yaşında peçete, su satan çocuk, 45 yaşında bakkal sahibi de olabilir, manifaturacı da; işte arasındaki fark bu. İşini iyi yapmayan bir sokak müzisyeniyle, repertuar kasan bir sokak müzisyeni aynı parayı topluyorsa bu dejenereye sebebiyet verir; bu nedenle alış-veriş, ticaret ve hizmet sistemi önemli ve bunların tamamı eksiksiz dilencilik mesleğinin kolları. Çünkü iki yardımı (devletin dilenmene izin vermesi, devletin yardımı, insanların para vermesi, insanın yardımı) birden almış oluyorsun, bu dilenciliktir. Ne zaman ki devletten aldığın bu yardımı keser (vergi levhası) sahibi olursun, bu andan itibaren dilencilik mesleğini bırakmışsın demektir.

Toplumun şekillenmesini, birey oluşumunu, sağduyu ve bilinçliliği oluşturan en önemli kavram olarak gördüğüm dilencilik kültürüne el atmak şart, bu topraklarda bu ne kadar olur bilmiyorum. (biliyorum, kesinlikle olmaz.) Ama bunun böyle gitmeyeceği, gitmediği de ortada.